GÖRSEL ANTROPOLOJİ - 2
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sinema alanında göze çarpan en
önemli gelişme, 16 mm. kameranın kullanıma girmesi, böylelikle 35mm’nin
hantallığından sonra hem teknik bilgi birikimine duyulan ihtiyacın
azalması hem de hafifleyen kamerayla birlikte hareketin kolaylaşmasıdır.
Aynı şekilde taşınabilir ses kayıt cihazlarının gelişmesi de çekim yapmak
için gereken yükü ve masrafı azaltmaya yardımcı olmuştur.
Bu dönemde yaptığı sıra dışı etnografik filmlerle adından söz
ettiren Jean Rouch, 16 mm ile Vertov’un ‘sine-göz’ü ve
Flaherty’nin ‘katılımcı kamera’sı arasında yeni bir dilin oluşmaya
başladığını söyler .
Dziga Vertov, Robert Flaherty ve Jean Rouch, sinema ve görsel
antropoloji tarihinin dönüm noktalarında yer alan isimlerdir.
Rusya’da Vertov, Eskimolarla film çeken Flaherty; aynı
dönemde -1920’ler, farkında olmadan sosyoloji ve etnografi yaparlar.
Sovyet Sineması’nın önemli yönetmeni Vertov’un 1929 yılında filme
aldığı Kameralı Adam, montaj merkezli sinema teorisinin de temsili
gibidir.
Buna göre sinema, film öncesi gözlem sürecinden itibaren bir montaj
sistemi ile ilerler.
Kameranın konumu ve deviniminde yönlendirmenin olması, film
materyalinin kaba kurgusunun yapılması, montaj parçalarının birleştirilmesi,
parçaların yeniden organizasyonu gibi süreçler sinemanın “görünen dünyanın
organizasyonu” olduğuna yönelik bir montaj teorisinin geliştirilmesini sağlar .
Kamera en saf konumda da olsa, hiç gösterişsiz de çekim yapsa,
örüntülerin tertip edilmesi gereği, onları tematik bir gerçekliğe entegre eder.
Vertov’un kameranın “foyası”nı meydana çıkarmasının
gerisinde, yapım sürecinin nasıl işlediğini göstererek bilinçli
bir devrim toplumu yaratma amacı vardır.
Flaherty ise 1922 yılında “gerçekliği anlatma”nın peşine
düşerek, Kanada’da yaşayan bir Eskimo ailesinin hikayesini filme alır.
Nanook of the North, insanın doğayla mücadelesini bir kişi
aracılığıyla anlatabilmesini, Rouch’un terimiyle “katılımcı
kamera”ya, görsel bir hafızaya borçludur.
Bilgi verme amaçlı birkaç metin karesinin dışında bütün hikaye görsellerle
anlatılır.
Ancak Flaherty filminde Nanook’un karısı yerine başka birini
oynatmış, tüfekle av yaptıkları ve vahşi hayvan da avladıkları
halde sadece zıpkınlarla balık avladıklarını söylemiş ve
göstermiş, filminin sonuna da açlıktan öldükleri senaryosunu eklemiştir.
Etnografik filmin zayıf ve güçlü yönlerini bir arada taşıyan film, hem
antropologların yerliye bakışındaki problemleri gün ışığına çıkaran, hem
de kameranın etnografi çalışmalarında kullanılabilirliğini gösteren önemli
ve ilk örneklerdendir.
Bu yıllar, antropolojinin sürrealist sinemayla ilişkisine özel bir
parantez açılması gereken bir döneme de işaret eder.
Sürrealist belgeselcilik, Luis Buñuel’in Endülüs
Köpeği ve Golden Age gibi sürrealist filmlerinden hemen sonra
çektiği ve İspanya’nın dağlık bir bölgesi olan Las Hurdes’te yaşanan yoğun
yoksulluğu, izolasyonu, kaynak sıkıntısını anlattığı Land Without
Bread ile beyaz perdede görülmeye başlanır.
Sürrealizmin, mantığın saltanatını sorgulayan kara mizah anlayışını
arkasına alan Buñuel, “Hurdonas hayatının zavallı durumundan fazlasını
ön plana çıkarır.
Normal bir etnografik film kaydının yanı sıra Batının, en azından
İspanya hükümetinin ve kilisesinin bu gereksiz ızdırabı indirmeye yardım
konusundaki ihmaline de dikkati çeker”.
Antropologun özne olarak konumu olmasa da bakış
açısı, sürrealizmin sorgulama ve “alay”ına maruz kalmaya başlamıştır.
Antropolojide filmin not alma stiliyle kullanımına uzun süre öncülük eden
Margaret Mead’ın 1930’larda çektiği, ancak 1952 yılında gösterime soktuğu
filmi Trance and Dance in Bali’nin kurgusunda çekimleri daha uzun tutması,
ağır çekimi kullanması, antropolojik önemi vurgularken kapanmalardan
faydalanması, küçük açıklamalar için üst-sesi eklemesinde, Buñuel’in etkisi
hissedilir; Gardner’in Forest of Bliss filmi sürrealist belgeselciliğin daha
yakın zamandaki bir yorumu olarak görülür .
Yine yukarıda sözü Deneyimsel dünyayı farklı kombine ederek
bozan, farklı bakış açılarından çekimlerin bir aradalığı, net olmayan
çekimler ve imgeyi bozan filtrelerin kullanımı, devamlılığı takip etmeyen
kurgu teknikleriyle izleyiciyi altüst eden bir dünya yaratan sürrealist
sinemacılar, 1930’lardan itibaren bu türü bilimsel formla birleştirmeyi
denemişlerdir.
Ancak “sürrealist belgeselcilik” ismi ilk kez 1979 yılında Virginia
Higginbotham tarafından kullanılmıştır geçen Marshall’ın filmi de Buñuel’in
kesmekle uğraştığı “Batılı göz”ü rahatsız etmeye devam eden yapımlardandır.
Kendisinden önceki görsel kaynak ve çalışma yöntemlerini
değerlendiren Fransız antropolog ve yönetmen Jean Rouch ise, 1950’lerde yeni
bir sinema dili oluşturmaya başlar.
Öncesinde antropologlara cazip gelen “gözlemci kamera” tekniğinin nesnellik
iddiasını eleştiren Rouch, kamerasını Paris sokaklarına koyarak ve kimi zaman
kendini çalışanları da dahil ederek “paylaşılan bir antropoloji” yapmaya
niyetlenir; kameranın önündekilerle yönetmenin gücünü paylaştığı bir
çalışma.
Jean Rouch etnografik filme bilimsel, politik ve sanatsal boyut kazandıran
tarzıyla, sinema tarihinin önemli akımlarından biri olan Fransız
Gerçekçiliği’ne öncülük eden isim olur.
Afrika’daki çekimler sırasında tripotunu nehre düşürdüğünde ise
Rouch, kamerasını omzuna alıp çalıştığı kişileri takip etmeye, yeni çekim
teknikleri geliştirmeye başlar.
Etnografik filmin, film yapımcısı ve filme alınanlar arasındaki bir
iletişim süreci olarak yorumlanması, savaştan sonra yaşanan önemli
değişimlerdendir.
Rouch’un bu eğilimi, ‘yerli’yle iletişimi öne çıkarma çabası,
dönemine göre önemli açılımlar sağlayabilecekken, o yıllarda ana akım kültürel
antropoloji tarafından etnografik filmler görmezden gelinerek marjinalize
edilmektedir.
1970’lere gelindiğinde “etnografik film saldırıya uğruyorsa, kameranın
insanlar arasındaki yerini bulmaya başlamasına bağlar.
1970’li yıllara kadar belgesel-etnografik filmlerin teorik bir temele
ihtiyacı olmadığına, kameranın gerçekliği olduğu gibi kaydettiğine yönelik
inancın sürdüğünü söyleyebiliriz.
Öncesindeki bu alandaki tartışmalar da daha çok nasıl film yapılması
gerektiği, filmin doğruluğu, nesnelliği, belgesel gerçekçiliği, öğrenmedeki
rolü, etnografik olup olmadığı, yazılı antropolojiyle ilişkisi gibi konulardan
kaynağını alırken; antropologlar film, semiyoloji ve iletişim teorileri
hakkında bilgi edindikçe durum değişir.
Bundan sonra, Ruby’nin ifadesiyle, pozitivizmin duvarındaki çatlak
belirginleşince, araştırmacılar da belgesel gerçekçiliği ve sosyoloji
bilgisinin belirli epistemolojilerin ürünü olduğunu görme ihtiyacına tercüman
oldular.
Bu yıllar, entelektüel ve politik dairelerin örtüştüğü
yıllardır.
1970’li yıllarla birlikte dünyanın gözlemle anlaşılabilir, izole bir
gerçekliğinin olduğuna dair naif bir emprisizme ve bilginin kaynağını deney
olarak gören, metedolojiyi yalnızca bir araç olarak ele alan
pozitivizme tepkilerin artması, “bilgi edinme süreci”ninde masaya yatırılmasına
neden olur.
Bilginin keşfedilmediği, yaratıldığı dillendirilmeye başlanır.
Düşünümsellik (reflexivity) tartışmalarıyla birlikte beklenen şey,
antropologların sistemli olarak yöntemlerini ve kendilerini bilgi toplamanın
araçları olarak açığa vurmaları ve kullandıkları aracın izleyici/okuyucu için
hazırladığı konumu yansıtmalarıdır.
Önceki çalışmalar bu açıdan oldukça eksiktir.
1922 yılında yazdığı Argonauts of the Western
Pacific kitabında yerlinin bakışını yakalamak istediğini söyleyen
Malinowski, onlarla Chronicle of a Summer filminden, Rouch’un da yer
aldığı bir sahne etkileşime geçtiği anları ise kaydın dışında bırakır.
Yazarın varlığına dair tek kanıt, doğru bilgiyi edinmek için kamp
kurmayı önerdiği bölümde gösterdiği çadırıdır.
Antropoloğun katılımlı gözlem yapıyor olması, tek başına özne-nesne
ilişkisi bilimi olmaktan çıkarmaz antropolojiyi.
Ruby, yerlinin kendisine antropoloğun gözüyle bakmasının sağlanması
gerektiğini belirtirken Rouch da“ilk izleyicim filme aldığımdır” diyerek filmin
diğerine onu nasıl gördüğünü göstermenin metodu olduğunu vurgular.
Bu anlamda etnografik filmin kayıt değeri de, tekrar edilebilme
fırsatı ve filme alınan yerli halka gösterilip onların da fikrinin
alındığı diyalojik bir süreç sayesinde anlaşılır olmaktadır.
Egemen bilim felsefesinin dayatmalarının aksine sosyal
bilimlerde; kültür, değer yargıları, politik-ekonomik-ahlaki olarak
tanımlanmış araştırmacının kendi kültürüne dair izlerin tamamen silindiği bir
çalışma biçimi mümkün değildir.
Ruby’e göre antropolojide bu sorun, “sınırlarına giriş izni veren daha
yorumsamacı” çalışmaların yapılmasını gerektirir.
Görsel düzlemde de bazı çekimlerin, yapımcının kendi fikrini ve
kültürel bakışını empoze etmesiyle sonuçlandığını belirten Margaret Mead,
kaybolan kültürlerin kayıt altına alınması niyetiyle kullanmaya başladığı
görsel kayıt teknolojisinde bu sorunun, “yaratıcı bir dahil etme” süreciyle
aşılabileceğini belirterek, çalışılan yerlilerin film yapım ve kurgu aşamasında
rol alabileceklerini söyler.
Peter Adair’in Holy Ghost People filmi, bu tarz bir çalışmaya örnek
olarak gösterilir.
Sanayi Devrimi’nin simgesi (insan gözünün mekânik
uzantısı) ve pozitivist iyimserliğin gözbebeği (nesnel
kaydedicisi) olmak gibi tarihsel bir geçmişi olan bu teknolojileri yeniden
yorumlayarak olanaklarından faydalanmak ve hayatımızın öğrenme biçimimizin bir
parçası haline geldiklerini reddetmeden alana bunları adapte etmek; sömürgeci
geçmişinin üzerine sorgulamacı bir bilim yaratan antropoloji için imkânsız
değildir.
Hatta aksine görsel sistemlerin kayıt, sınıflandırma ve analizi
üzerine geliştirilecek teori ve metodoloji, antropolojinin konu ve sorunlarına
yönelik açılımlarda barındıracaktır (gerçekliğin kaydı, özne-nesne ilişkileri,
nesnellik ve düşünümsellik problemi, bilginin sunumu, anlam inşasına katılan
söylemlerin analiz ve eleştirisi vs).
Yeni bir görsel teori üretmek, antropolojinin görselle ilişkisini
derlemeye uğraşan bu çalışmanın amacını hayli aşmaktadır ancak antropolojinin
içinde yükselen bu eleştiri ve öneriler, disiplinin yeni bir görsel keşfi için
önem taşımaktadır.
“Toplumsal gerçekliği tasvir etmek için kullanılacak araçların
yeterliliği hakkındaki kuşku”yu anlatan bir “temsil krizi” antropoloji
yazınının da hala gündemindedir.
Antropolojinin; yapımcı, yapım süreci, ürün ve okurun aktif rolünün
anlam inşa süreci içindeki düşünümsel ilişkisini kabul eden, niteliksel ve
niceliksel metodlar gerektiren bir sosyal bilim olarak geliştirilmesi
gerektiğini söyleyen Ruby, dünyayı tanımlayan bilimin, onu belirlediğini de
bize yeniden hatırlatır.
Antropoloğun kendi teorik konumları ve kültürel varsayımlarından yola
çıkarak sorular oluşturduğunun ve cevapların bu sorulardan sonra verildiğinin
anlaşılmasından sonra, aktif bir sürecin varlığını görme ihtiyacı kaçınılmaz
olur diyen Ruby, antropolojik film yapımında da pozitivizmin izlerini taşıyan
belgeselcilik geleneğinden çok kurmaca.
Örneğin Rouch, tripod kullanımı yerine kamerayla birlikte yürüyerek
izleyicinin harekete dahil edilmesi, dikizlemeye benzer bir zoom kullanımından
uzak durulması, altyazı yerine imajın kendisinin sunuma dönüştürülmesi, eylemi
destekleyecek bir fon müziğinin kullanılabilirliği gibi öneriler sunmuş; Timoty
ve PatsyAsch film öncesi alanda en az üç aylık bir alan araştırması yapmanın
karşılıklı rahatlığı ve güveni sağlamadaki önemini vurgulamış; Ginsburg farklı
bir açıdan antropoloji disiplinine temel olacak politik ve epistemolojik
tartışmaların, alanın toplumla ilişkisinin de öz bilinç yükseltme sağlayacak
şekilde görsel çalışmalarına dahil edilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Sanat filmlerinden ödünç alarak yaratılacak eklektik bir
türün daha “düşünümsel” olacağını söyler.
Alımlama Meselesi ve Görsel Antropoloji“ Kültürel bağlamı bilen
kişiler için görselin anlaşılır bir sesi vardır ancak kavramlaştırmaları için
sürekli bir bağlamdan destek alan yazılı metnin aksine görsel, izleyicinin
kendi referans dünyasını harekete geçirir” diyen MacDougall; bu bağlamın
bilimsel söylemler, popüler olanlar, hatta ırkçılık bile olabileceğine de vurgu
yapar.
“Yazılı metin” ve “görsel” arasında bizi hiçbir sonuca götürmeyecek
ikiliği bir kenara bırakırsak Mac Dougall’ın sözünü ettiği problem
nedeniyle özellikle 1990’lı yıllar, etnografik film yapımında alımlama
sürecinin yoğunlukla çalışıldığı bir döneme denk düşer.
İzleyicinin anlam inşasında aktif bir rolü vardır.
Diğer türlü Susan Sontag’ı müthiş örneğinde belirttiği gibi savaş
fotoğraflarını gören herkes savaş karşıtı olurdu.
İzleyiciler kendilerine sunulan filmi, resmi yapımcılar tarafından
anlaşılması üzere dizayn edilen sembolik bir eylem olarak görebildikleri gibi,
senaryo ve anlatıyı, karakterleri, kendi kültürel kabulleriyle de anlamlandırabilirler.
Daha da önemlisi yapımcının niyetiyle izleyicinin anlamlandırması
çatıştığında, son söz izleyiciye aittir.
Güney Almanya’da Easy Rider filmini izleyen bir gruptaki
bazı kişilerin, filmin sonunda“pis” Hippylerin öldürülmesi nedeniyle filmi
beğendiğini kaydeden Jay Ruby, özellikle Amerikan sinema kültürünün kötü
yabaniler, iyi yabaniler gibi oluşturduğu steryo tiplerin seyirci algısını da
belirleyen kalıplara dönüştüğünü söyler.
Bu nedenle, kitle iletişim araçlarının yaygın tüketiminin gerçekleştiği
günümüzde kültürel temsillerin nasıl alımlandığı da görsel antropoloji
bağlamında çalışmalara eklenmektedir.
Mısır’da yayınlanan bir pembe diziyi inceleyen Abu-Lughod, aynı
sahnelerin kentli ve köylü kadınlar arasında farklı şekillerde anlamlandırıldığını,
yönetmen kadının ise çok başka amaçlar güttüğünü gözlemlemiştir.
Medya Parantezi Yakın zamanda antropologlar, Avro-Amerikan
film ve fotoğrafı, yerli sanatını, yerel tv yayınlarını; kültürel olarak
teknolojilere eklenmiş görsel sistemler ve antropolojik analize uygun görsel
temsil stratejileri olarak kabul etmeye başladılar.
Sadece görsel kayıt teknolojilerinin kullanımı da değil,
örneğin, antropolojinin günde altı saat televizyon izlenilen bir dünyada,
antropologların kontrol etmediği bir tanım kümesinde üretilen kültürel
temsillerle ilişkilerini de sorgulaması gerekir.
Faye Ginsburg’un da vurguladığı bir nokta; pratik, etik ve
epistemolojik nedenlerden ötürü bu gelişmelerin görmezden gelinemeyeceğidir:
“Çünkü ‘yerel bilgi’ye kendi donanımımızla girişimiz, televizyon teknolojisinin
şekillendirdiği bir dünyada, ‘küresel köy’de gerçekleşiyor”.
Antropolojinin medya konusundaki bu ilgisinin F. Boas’ın 1911 yılında
yerli Amerikan gazetelerinin önemi üzerine yazdığı bir metinle başladığını
belirtir.
1940’lara kadar çok sofistike yöntemler geliştirilemese de, örneğin
din gibi antropolojinin çalışma konularının sinema ve radyo dolayımıyla
incelendiği araştırmalar yayınlanır.
Peterson, Warnerve Lunt’un gazetelere sembolik ürünler
olarak yaklaştığı çalışmasını önemli bir başlangıç kabul eder.
Sembolik sistemlere olan bu antropolojik ilgi, 70’li
yıllardan sonra medyayı da konularına dahil ederek sürer.
Ginsburg, Abu-Lughod ve Larkin ,1980’lere kadar medyaya yönelik
olarak sistemli bir ilgi geliştirilememesini, küçük ölçekli toplumları çalışan
bir disiplin olan antropoloji için medyanın fazla Batılı bir tabu olarak
kalmasına bağlarlar.
1980’lerden sonra gelişen ilgi de belirli bir tarihsel ve
teorik konjonktürden kaynağını almaktadır.
1980’lerin antropolojik teori ve metodolojisindeki kırılmalar
ve 1990’larda gelişen “şimdinin antropolojisi” anlayışı ile, son yarım
yüzyılın medya ağırlıklı analizleriyle bağlantıya geçme ve bunların alana
adaptasyonu sonucu, elektronik medyanın merkezi olduğu toplumlar da çalışılmaya
başlanmıştır.
“Alımlama çalışmaları” da aslında antropolojinin yöntemi
olan etnografinin medya çalışmalarına adapte edilmesidir.
Medya antropolojisi, hem medya metinlerinin üretimini
ve hem de tüketim aşamasında gerçekleşen izleyici davranışını, etnografik
alan araştırması süreçlerinde inceler.
Jay Ruby “görsel medyanın antropolojisi” adıyla görsel
antropolojinin alt dallarından biri olarak tarif ettiği bu ilginin, üç
farklı patikada ilerlediğini söyler: Tarihsel fotoğrafların incelemesi
–genellikle Batılı olmayan halkların yoluyla yapımcıların ideoloji ve
kültürlerinin ifşası ve bunların imajda kendilerini nasıl dışa vurduğu;
yerlinin medyasının kültür üretimi olarak çalışılması ve son olarak görsel
medyanın alımlanmasının etnografik incelemesi.
Görsel antropoloji için var olduğunu söylediğimiz kimlik krizi,
antropolojinin ve diğer pek çok sosyal bilimin alt dalları için de çok
tanıdık bir problemdir.
Antropolojinin disiplinler arası doğasının, merkezci olmak ya da
kavramlaştırmaları fazla genişleterek tutarsızlığa düşmek endişesi arasındaki
bir gerilimi tarihi boyunca yaşattığını söyleyen Morphy ve Banks, görsel
antropolojinin bir taraftan antropolojik araştırmada görsel materyalin
kullanımını, öte tarafta görsel sistemlerin ve görsel kültürün üretimi ve
tüketimini odağına aldığını belirtir.
Görsel antropoloji sadece etnografik film yapma işi yerine,
sembolik eylem üreten görsel sistemleri içine alacak şekilde yeniden organize
olmaktadır.
Böylelikle görsel antropoloji; “antropoloji ve izleyicilerinin
kesişim noktasında bulunup bu kısmı sorgulayan da bir alt alan” şeklini
alabilir.
Elbette bu şekil verme süreci, bir bilim olarak antropolojinin
kendine ve geçmişine yönelik sorgulamalarından ve “temsil krizi” olarak
nitelenen problemlerinden bağışık değildir.
Dolayısıyla buraya kadar (eksikleri fazla olsa da) özetlenen
özellikleriyle, hem kültürel sembollerin görsel materyaller
dolayımıyla üretimi, hem bunların birer anlatı olarak temsil özellikleri, hem
de izleyiciler tarafından üretilen anlamlandırmalar gibi patikalarda görseli
yeniden ve yeniden keşfe devam etmesi gereken görsel antropoloji;
geliştirilmeye açık bir alan olarak iletişim bilimci, antropolog, sosyolog gibi
sosyal bilimcilere de göz kırpmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder