1 Aralık 2022 Perşembe

 ANTROPOLOJİK KAPİTALİZM - 9

  

Ekolojik çöküş

 Jared Diamond'ın, "Çöküş: Toplumlar Başarı ve Başarısızlığı Nasıl Seçer?" kitabının konusu ilgisiz kalınamayacak önemde:

Ekolojik kriz.                  

"Dünya toplumumuz sürdürülemez bir güzargahta...

Dünyanın çevre sorunları, şu veya bu biçimde, bugünkü çocuklarımızın ve gençlerimizin yaşam süresi içinde çözülmüş olacak.

Tek soru şu ki kendi seçtiğimiz memnuniyet verici yollarla mı çözülecek, yoksa kendi seçimimiz olmayan, savaş, soykırım, açlık, salgın hastalıklar, ve toplumların çöküşü gibi istenmeyen yollarla mı çözülecek?"

 Yeterince ciddi bir konu, yeterince vurucu bir giriş.

Ancak konunun en tiz alarm çanlarını haklı kılan ciddiyeti, daha girişten başlayan manipulasyonu görmeyi engellememeli:

Savaş, soykırım, açlık, salgın hastalıklar ve "toplumların çöküşü" yalnız, "çevre sorunları"ndan mı kaynaklanıyor?

 "Çevre sorunları" olmasaydı, ya da olmadığı tarihsel dönem ve yerlerde, hiç savaş, soykırım, yoksulluk, açlık, toplumsal kriz ve çöküntüler yaşanmaz mıydı/yaşanmadı mı?

 Diamond, diğer tüm yapıtlarının konularında olduğu gibi, ekolojik krizi de tarihten, toplumsal üretim ilişkisi biçimlerinden, sınıflardan, günümüzde kapitalizmden soyutlayarak ele alıyor.

Toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız, tarih dışı, soyut bir "insan-çevre ilişkisi ya da çelişkisi" varsayıyor.

Günümüzde kapitalist sömürü ve eziyet ilişkileri sisteminin had safhaya vardırdığı emek, insan, doğa tahripkarlığı da, dönüp, kendindeleştirilmiş (kapitalizme dışsal) bir "çevre sorunu"na atfediliyor.

 Şimdi J. Diamond bize, hep olduğu gibi, ekoloji sorununda kapitalizm öncesinden "başarılı/başarısız", "kazanan/kaybeden toplum" karşılaştırmalı vaka örnekleri masalları anlatacak.

 Burjuva sahte-bilimcilik yöntemi hep aynıdır:

Toplumsal üretim süreci, tüm farklı üretim tarzlarındaki ortak özellikleriyle tanımlanır.

Ebedi yasalarla tarihten yalıtılarak açıklayıcılık konumundan uzaklaştırılır. Toplumların kendini yeniden-üretme/yeniden-üretemez hale gelme, kriz, yıkım ve dönüşüm gibi süreçleri, üretim süreç ve ilişkilerine dışsal olduğu varsayılan etkenler temelinde ele alınır.

 Bu etkenler yerine göre ürünlerin dağılımı/bölüşüm, ideoloji, kültür, psikoloji, dış mihraklar/düşman komşular, dost ticaret paydaşları, coğrafya, doğal evrim, çevre, başarılı veya başarısız yöneticiler vb olur.

Her birinde tüm dava, kapitalist ilişkilerin değiştirilemez, ezeli-ebedi yasalara dayalı olduğunu, ortaya çıkardığı çelişki ve yıkımların da kapitalizmin özüne dokunmadan ideal ifadesine sarılarak/geri getirerek düzeltilebilir olduğunu "kanıtlamak"tan ibarettir.

Anaakım vulgar antropolojiye oynatılan rolün burjuva ideolojisi açısından önemini görüyoruz.

Anaakım antropolojinin işlevi, kapitalist toplumun bazı görüngülerini; diyelim ki yalıtık birey, mübadele, din, savaş, sefalet, kıtlık, doğa yıkımı, vd- kapitalizm öncesi, hatta daha iyisi "uygarlık öncesi" toplumlarda da bir biçimde "keşfetmek", ve dönüp bunları değişmez, tarih ve toplum üstü ezeli-ebedi yasalarmış gibi benimsenmesini sağlamaktan ibarettir.

Karl Polanyi'nin dağıtım ve mübadele açısından, Levi-Strauss'un ideoloji/mitoloji ve dil açısından, Freud'un bilinç-dışı ve psikoloji açısından, Mircael Eliade'nin din açısından, Clastress'in savaş açısından, Jared Diamond'ın biyo-coğrafya ve çevre açısından, ki bu liste sınırsızca uzatılabilir, hep yaptığı, ele alır göründükleri sorunlar açısından kapitalizmin antropolojik doğallaştırılması ve/veya "düzeltilmesi" gerici-ütopizmidir.

Diamond, "Çöküş"te, günümüz kapitalizmin iç ve dolayısıyla doğayla bağdaşmazlığının keskinleşmesini, kapitalizm öncesi toplumlardan bazı seçmece "çevre ve nüfus krizi"nden kaynaklanan "toplumsal çöküş" kurgu anlatılarına yedirir, ardından dönüp, tarih ve üretim tarzları ötesi ölümsüz "çevre/nüfus yasaları" ile kapitalizm mazur gösterilip,  gerici-ütopik "çevreyle uyumlu kapitalizm" dilek ve öğütleri verir.

"Çevre sorunu" da, doğa, kapitalist toplum bireylerine (toplumsal üretim süreci gibi) dışsal göründüğünden, krizleri, eko-sistem krizinin kendisi dahil,  kapitalist üretim tarzına dışsal ve mazur göstermede ideal bir konu mankenidir.

Bu kez elde var, çevreci yeni-Malthusçuluk.

 Papaz Malthus'un kuramı, toplumsal üretici güçler/üretim ilişkileri bağdaşmazlığı ve sınıf çelişkileri yerine, kaynakların sınırlı artışına karşılık aşırı nüfus artışı " ebedi yasası"nı geçiriyordu.

Böylece yoksulluk ve kıtlık, savaş, kriz, yıkım ve her türlü toplumsal felaketi, kaynakların sınırlı artışına karşılık yoksulların aşırı üremesinden kaynaklanıyormuş gibi sundu.

 Sefaletin, işsizliğin ve her türlü felaketin sorumlusu da aşırı üreyen yoksullar, işçi sınıfıdır!

Malthus sınıfları ve sömürüyü nüfus/kaynak dengesizliği ve kıtlık sahte kuramıyla doğallaştırdığı gibi, eşitlikçi komünist toplumu da aynı "ebedi yasalarla" imkansız ilan ediyordu.

"İnsan bolluk ortamında yaşayamaz.

Herkes doğanın cömertliğini aynı şekilde paylaşamaz." diyordu.

 Ona göre, insanın doğasındaki bencillik, insanın hep sahip olduğundan daha fazlasını istemesi, bolluk koşullarında aşırı nüfus artışıyla yine kıtlığa yol açacak, kitlesel açlık "insanlığın çökmesine" neden olacaktır.

 Bu yüzden, diye muzaffarene bir edayla ilan eder, nüfus artışını kontrol etmek için özel mülkiyet zorunludur ve nüfus artışıyla çöküşe yol açacak eşitlikçilik istemlerinin engellenmesi gerekir.

Sorun bu olunca, çözüm de yoksullara, işçi sınıfına, az gelişmiş ülkelere dönük "nüfus artışını" zorla kısıtlayıcı önlemler ve "nüfus planlaması"dır.

Bunlar arasında yoksullara her türlü sosyal yardımın, "aşırı üremelerini" teşvik edeceği gerekçesiyle kaldırılması, ebedi "nüfus/kaynak ilkesi" gereği, düpedüz açlıktan öldürülmeleri de vardır.

 "Savaş, soykırım, açlık, salgın hastalıklar, ve sosyal yıkımlar", doğaldır, bunlar ebedi "nüfus/kaynak dengesi yasası"nın "mevcut kaynaklara göre aşırı nüfus dengesizliğini" tanrının -ya da piyasanın- görünmez eliyle "düzeltmesi"dir.

 Malthusçu bayalığın 19. yüzyıl burjuva iktisat ve sosyolojisi tarafından göklere çıkarılması gibi, kapitalizmin sonraki her şiddetli kriz sürecinde; 1930'larda, 1970'lerde, 2000'lerde çeşitli yeni-Malthusçuluk versiyonlarıyla neden hortlatıldığını anlamak zor değildir.

Nazi Almanyası'nda "ari olmayan ırkların aşırı üremesi"ni sosyal kaosun nedeni olarak göstermek ve faşist/emperyalist istila ve soykırımları Malthus ilkesiyle meşrulaştırmak, Malthusçuluğun mantıki sonuç ve versiyonlarından biriydi.

Günümüzde de daha yoksul halkların, ezilen ulus ve ırkların, göçmenlerin                         nüfus artışının daha hızlı olmasının (örneğin Türkiye'de) "güvenlik tehdidi" sayan ırkçı-şovenizm Malthussuz yapamaz.

 Paul Ehrlich'in 1968 krizi ve isyanları sırasında yayınlayan "Nüfus Bombası" adlı çok satan sansasyonal kitabı ise, 1970'lerde ve 80'lerde aşırı nüfus artışı nedeniyle çok büyük bir kıtlık yaşanacağı ve 100 milyonlarca insanın açlıktan öleceğini iddia ederek, ABD'de başkan Nixon, Rockefeller ve Ford Vakıflarının tam desteğiyle, bir çöküş senaryosu ortaya attı.

En büyük kötülüğün aşırı nüfus olduğunu iddia ediyor, özellikle "az gelişmiş ülkeler"de suya kısırlaştırıcı maddeler karıştırmak, çocuk vergisi koymak ve bebek eşyalarını lüks mal diye vergilendirmek gibi dehşetli tedbirler öneriyordu.

Bütün yaşamın dayanağı olan doğayı korumak için onun başlıca kirleticileri ve yok edicileri olarak görülen insanların -aslında yoksulların- artan biçimde dünyaya gelmesine engel olunmalıydı.

 Bu propaganda ile ABD ve Batı Avrupa'da 1960'ların ikinci yarısında sınıf, ezilen ırk ve antiemperyalist mücadele ve isyanların basıncıyla yürütülen kısmi ve titrek sosyal liberal reform programları "modası geçmiş" ilan edilip terkedildi.

Doğanın aşırı nüfus, teknoloji, aşırı maddi çıkar hırsı nedeniyle yok olmak üzere olduğu (en büyük kapitalist tekeller, devletler, üniversiteler ve medya tarafından!) söylenerek adeta "tarihin sonu" ilan edildi, ve doğaya, doğal ve basit bir yaşama, sevgiye, barışa, huzura, mistisizme, uygarlık öncesi yabancılaşmamış doğal toplumlara, yani şu "öze" dönüş romantizmi teşvik edildi.

Emperyalist kapitalist tekel ve devletler "doğal ürünler" ve "çevre kirliliğini önleyen sistemler" sözleri verdiler ve büyük reklam kampanyaları düzenlediler, orta sınıf beyaz gençlik hareketi siyasal-toplumsal mücadeleleri terkederek "çiçek çocuklar" oldular, "doğal yaşam", "ekolojik tarım" komün ve kolonileri kurdular. Aslında tüm olup biten, devasa bir tekelci kapitalist toplum mühendisliği ve manipulasyonu ile, komünist, anti emperyalist, anti-ırkçı, anti-ataerkil mücadele ve isyanların yalıtılarak, yerlerine, kitlelerin insanca yaşam özleminin, hümanist ve apolotik bir görünüm verilen çevre sorunu üzerinden geçmiş altın çağ" romantizmine kanalize edildiği, "düzeltilmiş, ekolojik, hümanist kapitalizm" liberal-ütopik reformizminin geçirilmesiydi.

 "Antropolojik kapitalizm" diye kavramlaştırdığımız, eski liberal-anarko ütopizmin kapitalizmin krizi ve neoliberal dönüşümüne uyarlanarak yeniden hortlamasının tarihsel kökleri bu dönemdedir. 

Leo Buscalia'nın "yeni sevgi ve barış dini", Erich Fromm'un "sevgi ve huzur psikolojisi", Zerzan, İlich'in yaşam tarzı anarşizmi, Le Guin'in "Mülksüzler"i, Sahlins'in göçebe avcı-toplayıcıları "refah toplumu" ilan ettiği "Taş Çağı Ekonomisi" kitabı bu dönemin ürünleridir.

 Bu dönemde göçebe avcı-toplayıcılar antropolojisinde tam bir patlama yaşandı. Avcı-toplayıcıların eşitlikçiliği, kendi yaşamlarına ilişkin tüm kararları hep birlikte tartışıp konuşarak almaları, günde ortalama 3-4 saatten fazla çalışmayışları, doğal kıtlık durumunda ihtiyaçlarını buna göre ayarlayıp yokluğu da paylaşmaları gibi çok önemli antropolojik bulgulara ulaşıldı.

Ancak ne yazık ki büyük yankı yaratan Yukarı Paleolitik eşitlikçi toplumlar antropolojisinin bulguları, kapitalizmi aşarak ulaşabilecek yeni ve daha yüksek bir eşitlikçi toplum özlemini karartmak, yerine romantik-ütopik "öze dönüş"çülüğü geçirmek ve bunlarla harmanlanan "antropolojik kapitalizm" fantazisini yaygınlaştırmakta kullanıldı.

 Sahlins'in, bolluğu olduğu gibi açlığı da eşit paylaşan, doğal kıtlığa ihtiyaçların genel karşılanma düzeyini düşererek ve eldekini en çok ihtiyaç duyanlara göre paylaştırarak yanıt veren, eşitlikçi göçebe avcı-toplayıcılar imgesi yanlış değildir. Ne var ki bu, ancak bolluğu da yokluğu da eşitlikçi biçimde paylaşan, sınıfsız, hiyerarşisiz, rekabetsiz toplumlar için geçerlidir.

Kıtlığa belli ihtiyaçları genel olarak kısarak ve kıt olanı ihtiyaç derecesine göre paylaştırarak yanıt vermek sınıflı toplumlarda imkansızdır.

Çünkü sınıflı toplumlarda, hele ki kapitalizmde kıtlık, zaten doğal değildir, eşitsizlikçi-rekabetçi toplumsal ilişkiler tarafından yaratılır.

Kıtlık, kıt olanın sömürücü sınıf ve bireyler tarafından mülk edinilmesi, tekelleştirilmesi ve bunu toplumun geri kalanından sakınması veya daha çok sömürü/soygun/egemenlik için kullanmasından doğar.

Toplumsal eşitsizlik ne kadar artarsa kıt olan koşul ve ürünleri ele geçirme, başkalarını bundan yoksun bırakma ve bu yoksunluktan daha fazla güç/çıkar sağlama rekabeti, dolayısıyla eşitsizliğin daha da şiddetlenmesi o kadar artar.

 Burjuva bayağı neoklasik iktisat ve marjinal fayda kuramının iddia ettiğinin tersine, doğal kısıtlar tek başına, doğal ve zorunlu olarak toplum içi ve toplumlar arası eşitsizlik ve rekabete yol açmaz.

Toplumsal eşitsizlik doğal kıtlıktan değil, toplumsal kıtlık (toplumun emekçi çoğunluğunun içinde tutulduğu yoksulluk ve yoksunluklar), sınıflı, eşitsiz, işbölümcü, rekabetçi toplumsal ilişkilerden doğar ve yeniden üretilir.

 Günümüzde dünya nüfusunun 2 katını doyurmaya yetecek kadar gıda üretiliyorken, 2 milyar insanın aç, en az bir o kadarının yetersiz ve/veya aşırı sağlıksız besleniyor olması yeterli örnektir.

Kapitalist üretim ve güç ilişkileri doğayı mahveder, doğal kaynakları ele geçirmek için savaşlar çıkartarak ve özelleştirme/sermayeleştirme operasyonları yürüterek, kitleler üzerindeki sömürü, soygun ve egemenliğini büyütür.

Çevrecilikte ana akım "yeşil kapitalizm", yeni-Malthusçuluk ve "altın çağlar" antropolojisi, neoklasik iktisat temelinden giderek iç içe geçti, işçi sınıfına yıkıcı neoliberal kapitalist saldırganlığın önünü açmanın ve meşrulaştırmanın tam temkil aracı olarak kullanıldı.

 1980'lerin sonlarından itibaren ise, artık bayağı neoklasik/neoliberal iktisat ve yeni-Malthusçulukla hemhal olmuş "ekolojik iktisat" dönemiydi.

Neoklasik iktisat, "doğa artık kıt bir kaynaktır" diye başladığı "doğal tirad"ını; "doğal bireyler"in "doğal fayda maksimizasyonu güdüsü" gereği "doğal kıtlık" koşullarında yaptığı seçimler, "doğal olarak" en iyi "serbest piyasa" tarafından düzenlenir, diye tamamlar.

 Neoklasik iktisata beylik bir örnek verelim:

Yaşlı nüfusun hızlı artmasıyla emeklililerin "kıt" sosyal güvenlik fonlarının taşıyamayacağı bir "yük" haline geldiği, "aşırı" emekli nüfusuyla "kıt" sosyal güvenlik kaynakları arasındaki "çelişkinin", ancak, işçilerin ve emeklilerin "aşırı istemleri"ni düşürmesi (mezarda emeklilik, emekli maaşlarının düşürülmesi, vd) ve emekliliğin özelleştirilmesiyle (bireysel özel emeklilik sigortası, vb) çözülebileceği iddia edilir!

Burada neoklasik iktisat ile yeni-Malthusçuluk bağlantısı son derece açıktır.

 Aynı sahtekarlık, eğitim, sağlık, arazi, enerji, su, ve akla gelebilecek her türlü toplumsal ihtiyacın marjinalize edilip sermayeleştirilmesinde uygulanmıştır:

Aşırı nüfus ve aşırı tüketime karşılık doğal kaynaklar kıttır, öyleyse marjinal fayda ve marjinal verimlilik kuramları gereği, doğal kaynakların dağılım ve kullanımının "kendiliğinden doğal düzenlemesi" için doğanın fiyatlanması, piyasalaştırılması ve sermayeleştirmesi "doğal ve zorunlu"dur!

 Yeni-Malthusçuluk, klasik "aşırı nüfus" temasıyla birlikte, küresel ısınma, enerji krizi, fosil yakıtlar, ormansızlaşma, topraksızlaşma, temiz su kaynaklarının azalması, tarım, GDO, organik gıda, sürdülebilir kalkınma gibi konulara uyarlanarak yeniden üretildi.

İngiltere'de neoliberal politikaları en pervasız biçimde uygulayan Tony Blair hükümetinin (1994-2010) üst düzey danışmanlarından Jonathan Porrit, "çevreci" Optimum Nüfus Vakfı'nın patronuydu.

Porrit ve Vakfı, İngiltere nüfusunun 1880'lerdeki düzeye, 30 milyona düşürülmesini savunuyordu.

Avrupa Yeşil Partileri de "sürdürülebilir ve adil toplum için nüfusun dengeli veya yavaş yavaş azaltılması gerektiği"ni savunur.

Neoliberal kapitalizmin çevreciliği, örneğin kitle taşımacılığını ve ormanları özelleştirilmesi ve otomobil-otoyol-enerji üretim/tüketiminini muazzam teşviklerle azdırmasından görüleceği gibi, çevrenin tam sermayeleştirilmesinden ibarettir.

 

Küresel mali oligarşik organların neoliberal kapitalist "sürdürülebilirlik" ("sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir çevre, yoksulluk yönetişimi, vb) programlarının temel dayanak ve argumanları yeni (neoliberal) Malthusçuluktu. Örneğin şu ÇED (çevresel etki değerlendirmesi) raporları, tekelci kapitalist doğa yıkımının "çevreci" kamuflajı haline geldi. Bazı çevreci akımlar küresel ısınmayı bile nüfus artışına (ve bundan kaynaklanan tüketim artışına) bağlarlar.

 Doğum kontrolü ve kürtajı savunur görünmesiyle feminist, çevreyi savunur görünmesiyle ekolojist, üretkenliğin kısıtlanmasını savunmasıyla anarşist (ve ilerici!) kamuflajlar edinen yeni-Malthusçuluk versiyonları türedi.

Örneğin Derin Ekoloji, anarşist olduğu kadar  Malthusçu bir akımdır.

 Yeni-Malthusçuluğun Zerzan ve İllich gibi yaşam tarzı anarşisti versiyonları bir yana, Pentti Linkola'nın "Gönüllü İnsan İmhası Hareketi" gibi versiyonları bile vardır. Linkola, uygarlığın çöküşünün yalnızca kaçınılmaz değil istenir bir şey olduğunu, çünkü hep daha uzun yaşam, daha iyi tıp, daha çok gıda ve tüketim isteyen insanların ancak böyle bir topyekun yıkımla cezalandırıldıktan sonra, geriye kalanların doğayla uyum içinde yaşamak zorunda kalacaklarını iddia eder! Linkola uç bir örnek olsa da, eko-sistem krizinin kapitalizmi ortadan kaldırarak değil toplumsal üretici güçleri sınırlayarak ya da geriye götürerek çözülebileceği hayali, küçük burjuva ekolojizminde genel bir eğilimdir;

 "Bize, çevresel felaketin pis kokularını yayan kar amaçlı, piyasa yönelimli üretim yapan bu sisteme karşı mücadele etmek yerine, 'büyüme ideolojisi'ne saldırmamızı tavsiye eder.

Açıktır ki ... bu saldırı hattı, 'geleneksel dinler'in tavsiye ettiği çizgidir: 'İnsana bilgi, öz disiplin ve arzuların büyümesini sınırlamayı ve ruhunu gerçekliğe uydurmayı öğret.'"

 Marx'ın küçük burjuva sosyalizmi için söylediği gibi;

 "... ya eski üretim ve değişim araçlarını, ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi, ya da modern üretim ve değişim araçlarını,  bu araçlar tarafından parçalanmaları kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri çerçevesinde tutmayı arzular.

Her iki durumda da hem gerici ve hem de ütopyacıdır." 

"... Prudonculuğun tümünde gerici bir çizgi izlenmektedir;

sanayi devrimine karşı bir nefret ve bazan açık, bazan kapalı bir şekilde dile getirilen, bütün modern sanayii ... aforoz ederek, eski, saygıdeğer el emeğine geri dönülmesi isteği. Bu durumda, üretici gücümüzün binde 999'unu kaybedecekmişiz, bütün insanlık mümkün olan en kötü emek esaretine mahkum olacakmış, açlık genel bir kural haline gelecekmiş -değişimi, herkesin 'emeğinin tam karşılığını' alacak şekilde düzenledikten ve 'ebedi adalet' gerçekleştikten sonra bütün bunların ne önemi var!"

Günümüzde, Öcalan'ın Demokratik Konfederalizm anlayışı dahil, ekolojizm, feminizm ve antropolojizm ile harmanlanan, küçük burjuva solda da oldukça yaygın yeni-Proudhonculuk versiyonları bu çerçevededir.

Emek, insan, doğa tahripçisi kapitalizmi değil, kapitalizmi bu doğa tahripkarlığıyla birlikte ortadan kaldırmayı olanaklı kılan, toplumsal üretici güçlerin geldiği gelişme düzeyini ve uzlaşmaz sınıf çelişkisini sorun olarak görmektedirler.

Öcalan, nefret ettiği "endüstriyelizm"i sosyalizm ile birlikte kodlayarak, "işçi sınıfının burjuvaziyle bir olup" köylüyü, kadını ve doğayı "sömürmesi" diye lanse edecek kadar anti-bilimsel yaklaşımlara imza atabilmiştir.

(Öcalan'ın Demokratik Konfederalizm anlayışının kapsamlı bir eleştirisi için bkz.....) Günümüzde toplumsal emek üretkenliğinin, artık endüstriyelizm (kar için üretim/üretim için üretim) ile de bağdaşmayan ve onu emeğin, insanın, doğanın esareti ile birlikte ortadan kaldırmayı olanaklı kılan bir noktaya geldiğini görmemektedir.

 Liberal-halkçı ütopik reformizm, kapitalizmi yeni ve daha yüksek bir toplum ve doğa birliği temelinde ileriye doğru aşmayı değil, geriye doğru, prekapitalizmle harmanlayarak "düzeltmeyi" vaaz eder.

Ve böylece yeni-Proudhonculuk, yeni-Malthusçulukla iç içe geçer.

Malthus işçi sınıfı ve emekçilere karşı egemen sınıfların çıkarlarını savunmakla kalmamış, egemen sınıflar içinde de, en gerici ve statükocu olanların; burjuvaziye karşı toprak aristokrasisinin, sanayi sermayesine karşı tefeci, tüccar, finans sermayesinin çıkarlarını savunmuştu.

Başka deyişle, üretim artışını olabildiğince toprak rantı, tefeci, tüccar, kilise vb çıkarlarına halel getirmeyecek sınırlar içinde tutmaya çalışan "ilkeler" yumurtlamıştı.

Malthus'ta üretkenlik artışına en gerici sınırlar, yeni-Malthusçulukta "ekolojik sınır" kılığına bürünüyor.

Başka deyişle, kapitalizmin iç sınırları yerine doğal sınırlar; kapitalizmin uzlaşmaz iç çelişkileri yerine ona dışsal bir insan-çevre çelişkisi geçiriliyor.

 Oysa modern sanayi kapitalizminin daha doğuşuyla emekgücü sömürüsünde "yoğunluğu ve boyutları bakımından bir çığı andıran sınırtanımazlığı; ahlakın ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırlarını yıkışı" neyse eko-sistemin bütün sınırlarını yıkışı, emek gibi doğayı da kendini yeniden üretemez hale getirişi odur.

Kar oranlarının düşme eğilimi ne kadar şiddetlenirse emek ve doğa yıkımını o kadar boyutlandırır.

 Demek ki doğa yıkımı sorunu kapitalizme dışsal (ve tarih-dışı) bir sınır veya sorun değil, bizzat kapitalizmin iç sınırlarının, yani kapitalist sistemin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim ve şiddetlenme sürecinin bir ifadesidir.

 Doğa yıkımı sorunu kapitalist toplumsal ilişkiler sisteminin uzlaşmaz bir iç çelişkisi olarak tarihselliği içinde kavranamazsa, kapitalist insan-doğa ayrım ve zıtlaşmasının ancak sermaye/meta/işbölümü egemenliğinin sosyalist devrimci kaldırılması ve, yeni ve daha yüksek bir toplum-doğa birliğinin kurulmasıyla aşılabileceği görülemez.

Geriye kapitalist toplum/doğa zıtlığını, bunları birbirine dışsal olarak gören ve geriye doğru uzlaştırmaya çalışan, eski çağ toplumları ile kapitalizmi, kullanım değeri ile kapitalist değer ve artı-değeri, komünal demokrasi ile burjuva demokrasisini birbirine katıştırıp çorba yapan, "ekolojik ve antropolojik kapitalizm" fantazileri kalır.

 J. Diamond, 70'lerin yeni-Malthusçuluğunu neoliberalizme uyarlayarak hortlatmakla kalmaz, modern kapitalist toplumları çok küçük bir azınlığı gıda üreten çiftçiler, geri kalanı ise gıda üretmeyip yalnızca gıda tüketen asalaklar diye ikiye bölerek, ta fizyokratlara kadar geri gider.

Ona göre yalnızca tarım ve gıda ile uğraşan çiftçiler üretken, geri kalan herkes üretken-olmayan, fazla nüfustur.

 "Fizyokratlar yalnız tarımsal alanda harcanan emeğin üretken olduğunda ısrar ederler, çünkü onlara göre yalnız bu emek, artı-değer sağlar.

Böyle söylemelerinin nedeni de, onlar için artı-değerin ancak rant biçiminde varolmasıdır."

Fizyokratların temsilcilerinden Garnier, şöyle yazar:

 "Tarım işçileri, devleti, kendi emeklerinin ürünüyle zenginleştirirler:

İmalat ve ticaret işçileri, tersine, kendi tüketimlerinden tasarruf etmenin dışında başka bir biçimde devleti zenginleştiremezler...

Bu durumda, imalat ve ticaretteki elemanların, toplumda varolan zenginliğeancak kendilerini bazı şeylerden yoksun bırakarak katkıda bulanabileceklerini söylemek doğru olur."

 Fizyokratlar, doğanın egemenliğini/doğal düzeni savunanlar anlamına gelir;  "doğa en iyisini bilir".

 Ancak bu "doğa", merkantilizmden klasik burjuva ekonomi-politiğine geçiş sürecinde, ilk olarak, çözülmekte olan feodal biçim altında tarımda gelişmekte olan "kapitalist doğa"nın kuramıdır.

Sermayenin ve artı-değerin bilimsel kuramına doğru bir ilk adım olarak kendi dönemindeki önemine karşın, artı-değeri ve zenginlik birikimini "doğanın armağanı" olarak görmek,  "feodalizmi burjuvalaştırırken, burjuva topluma feodal bir görünüm atfetmek" gibi bulanıklardan sıyrılamadı.

Fizyokratlar, artı-değeri feodal bir tarzda açıklar; yani toplumdan değil de doğadan elde edildiği haliyle; insanın toplumsal ilişkilerinden hareket edilerek değil insanın toprakla ilişkisinden hareket ederek.

Fizyokratların kapitalizmi ve sınıf ilişkilerini doğallaştıran yaklaşımları, bir çok küçük burjuva ekolojist akımda da tipiktir.

 Günümüzde ise, J. Diamond'ın yaptığı gibi, fizyokratların yarı-feodal kabuğu içinde tarımda kapitalizmin gelişimine dair ve en düşük ücreti alan tarım işçilerinin dışındaki tüm işçileri "kısır" sayan ve ulusal zenginlik birikimi için gıda ve diğer tüketimlerinden daha fazla yoksun bırakmayı öngören kuramlarını, bir "çevre politikası" olarak yutturmaya kalkışmak, en bayağı bir gericilik ve işçi düşmanlığından başka bir şey değildir.

Bu gibi zırvalar, endüstriyelizm karşıtı ekolojizm adı altında, günümüz neoliberal kapitalizmini kapitalizm-öncesi biçimlerle harmanlayarak, doğa ve "insan doğası" ile uyumlu "antropolojik kapitalizm" ütopyalarını gerçekleştireceğini sananlar için hoş olabilir.

Ancak yeni-fizyokratlık da, kapitalizmin doğa tahribatının faturasını da işçi sınıfına çıkaran, bir gerici-ütopizm olmanın ötesine geçmez.

Kapitalist sisteminin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim sürecinden soyutlanan çöküş senaryoları, tüm yeni-Malthusçu akımlarda ortaktır.

Kapitalizm koşullarında artan bir gelecek güvensizliği ve kaygısı içindeki kitlelerin bu korkusunu körükleyip geçmişe sarılmaya ve toplumsal çalışma ve yeniden-üretim koşullarından  gönüllü fedakarlığı benimsetmeye çalışır.

 Böylece tıpkı yeni-Robinsonculuk gibi yeni-Malthusçuluk da, neoliberal kapitalizmin sahte-bilimsel bir realizasyon aracı olmaya hak kazanır.

 J. Diamond ise, 2005 yılında piyasaya sürülen "Çöküş" kitabıyla, tüm bu yeni-Malthusçu bayağılıkları daha bir canlandırıp popüleştiren yeni Mesihimizdir.

Yine kapitalizm öncesi toplumlardan bu kez "çevre ve nüfus krizi" nedeniyle "toplumsal çöküş" senaryoları üretecek, sonra dönüp günümüzde "benzer (kapitalist olmayan!) nedenlerle benzer bir çöküş tehlikesi"nin yaklaşıyor olmasıyla gelecek korkularını körükleyecektir.

 Şanına yakışır bir neoliberal kapitalizm peygamberi olarak, sihirli çözüm reçetesi hemen önümüze koyacaktır:  Çevreye zarar veren şirketlere karşı tüketici boykotları, "yeşil" etiketli ürünler, organik gıda, yeşil pazarlar, vb.

 Bu sihirli reçete, çözümü tüketicilere, piyasaya ve "piyasa reformu"na havale eden şu bayat "yeşil kapitalizm" ("organik tarım", "çevre dostu tekeller", "yeşil ürün etiketleri", vb) liberal ütopik-reformizminin, günümüzde büsbütün mali oligarşik kapitalist endüstri ve kar sektörü haline getirilmiş biçimidir.

 Diamond, araya yine petrol tekelleri reklamları alır, Chevron'un Yeni Gine'deki petrol çıkarımının ne kadar "çevre dostu" olduğu, bu sayede Norveç gibi başka ülkelerde de petrol çıkarım iznini alabildiğini söyleyerek, meseleyi emperyalist kapitalist tekellerin "tamamen duygusal" azami kar güdülerine seslenerek çözüverir!

Bununla kalmaz, gelişmiş modern ülkelerdeki kitlelerin yaşam standartlarının gönüllü olarak düşürülmesi ve azgelişmiş ülkelerde ise büyüme hızlarının düşürülmesi gerektiğini ima eder:

"Dünyanın bugünkünün 12 katı fazla bir yükü taşıyabileceğini iddia eden kimse görmedim" der "ama bu düzey tüm üçüncü dünya sakinleri birinci dünya yaşam standartlarına ulaşırsa varılacak olandır."

 Böylece dünyanın işçi ve kent ve kır yoksulu çoğunluğunun yaşam koşullarını iyileştirme ve sosyal refah artışı isteminin imkansız olduğu, tartışılmaz bir yeni-Malthusçu "bilimsel kesinlikle" kanıtlanmış olur!

"Üçüncü dünya ülkeleri" işçi ve emekçilerine reva gördüğü yoksulluk ve sosyal yıkımları, ABD, AB ve Japon yurttaşlarının "geleneksel tüketici değerleri"nden vazgeçmesini isteyerek dengeler görünür.

Sanki aşırı tüketim çılgınlığı, kapitalizmin aşırı birikim ve aşırı üretim krizleriyle koşullanmıyormuş gibi!

 Söylenen gerçekte şudur: "Çevre krizi"nin nedeni işçi sınıfının ve kent ve kır yoksullarının, "aşırı üremesi ve tüketmesi", tarihsel mücadele kazanımları, sosyal hakları, daha iyi koşullarda yaşamak istemesidir!

İşçiler ve kent ve kır yoksulları, birazcık da zaten yıkıcı biçimde işçileşen orta sınıflar, "sürdürülebilir bir çevre" (yani kapitalizm) için yaşam koşullarından, mücadele istek ve özlemlerinden fedakarlık etmelidir!

Neoliberal kapitalizm ve 2001, 2008 vb krizleriyle olan; sosyal yıkım, sosyal düşürüm, kamu emekçilerinin ve beyaz yakaların bile bir dönemki sosyal hak ve yaşam standartlarının yerle bir edilmesi, vd- olması gerekendir!!

 Hayret: 2008 krizinden itibaren Batı dahil işçilerin çalışma ve yaşam koşullarında şiddetlenen sosyal düşürümler ve ekonomik büyüme hızlarında belirgin yavaşlamaya karşın, nedense doğa tahribatında en ufak bir azalma yok!?

Tam tersine sıçramalı artış var!?

Ziyanı yok, yeni-Malthusçuluk size, çevre ile nüfus, ya da çevrenin taşıma kapasitesi ile piyasa ekonomisi, dengeye gelinceye kadar, toplumsal yeniden üretiminizden fedakarlıkta bulunmaya devam etmenizi söylecektir.

Bu noktada, yeni-Malthusçuluğun, toplumsal üretici güçler/kapitalist üretim ilişkileri çelişkisinin, üretici güçleri kısıtlayıp geriye götürerek, üretici güçler içinde de aslen işçi sınıfını ve yeniden üretim olanaklarını bastırıp budayarak, gerici-ütopik "çözüm" reçetesi olduğunu görmek zor değildir.

(Bu arada, Türkiye'deki egemenlerin 3-5 çocuk dayatmasının, Malthusçuluğun karşıtı değil ters yüz edilmiş bir versiyonu olduğunu belirtelim.

Bu versiyonda, enerji ve teknoloji gibi "kıt kaynaklar"a karşılık, ucuz emekgücü en bol ve kolay üretilebilir, bir nevi sınırsız "doğal kaynak" olarak görülür.)

 J. Diamond, toplumsal çöküş'ü "belli bir yüzölçümü ve belli bir zaman içerisinde, insan nüfusunda ve/veya politik/ ekonomik/sosyal karmaşıklıkta (gelişme düzeyi-bn) ciddi bir düşüş" olarak tanımlıyor.

Derin incelemeleri sonucu, toplumların çöküşünü 5 maddelik bir çerçeveye bağlıyor:

"Çevresel tahribat, iklim değişikliği, düşman komşular, ve dost ticaret paydaşları,", ve "toplumların çevresel sorunlara yanıtları".

 Ne incelik: "Düşman komşular, dost ticaret paydaşları"!

Burjuva anaakım antropoloji, devlet ve ticareti, iç/dış çatışmalı ilişkileri uzlaştırmanın, barış ve dostluğun biricik araçları olarak sunar.

Tıpkı, J. Diamond'un bunları yazdığı dönemde daha bir revaçta olan küresel ve bölgesel neoliberal kapitalist uluslararası entegrasyon programlarının "komşularla sıfır sorun" sloganlarıyla sunulması gibi.

 Nedense hep "dört bir tarafı düşmanla çevrili" kapitalist güçlere, "dost ticaret paydaşlığı" da yaramamış, düşmanlığı büsbütün azdırmış görünüyor.

Neyse, kapitalist güçlerin egemenlik ve paylaşım savaşlarını da "dostane ticari paydaşlıklar" kurarak çözdüğümüzde göre, geriye biricik "toplumsal çöküş" etkeni olarak çevre sorunu kalıyor.

 Çevre sorunu adı altında da önümüze "çevreci" yeni-Malthusçuluk sürülüyor. Diamond bu sefer, kapitalizm öncesi toplumlardan, ezeli "çevre ve nüfus krizi ilkesi" karşısında, neoliberal "ölçme-karşılaştırma"yla seçmece "başarılı/başarısız", "kazanan/kaybeden" toplum örnekleri uyduruyor.

Ona göre Doğu İzlanda, Greenland Norse, Anasazi, Mayalar, ve daha yakın tarihlerden de Haiti, Ruanda gibi toplumlar, dayandıkları doğal kaynakları kontrolsüzce tükettikleri ve yaşadıkları "çevre ve nüfus" krizine karşı "çekirdek değerlerini" (kültür ve yaşam tarzı!) değiştirmeyi başaramadıkları için toplumsal ve ekonomik çözülme ve çöküşe sürüklenmişlerdir.

Tikopian ve Tonganlar, Yeni Gine kabileleri, Tokugawa Japonyası ise, yaşadıkları "çevre ve nüfus krizi" karşısında "doğru seçimler" yaparak, daha önce sahip oldukları yaşam tarzı ve kültürü değiştirmiş; yok olanlar yerine ormanlaştırma, erozyona karşı mücadele, beslenme ve tüketim tarzını değiştirme gibi reformlarla, "gelecek kuşaklar için sürdürülebilir çevre" sağlamakta başarılı olmuşlardır.

İki unsurlu aşırı basitleştirilmiş bir "antropolojik model" kurar:

Birincisi söz konusu toplumların mevcut "çekirdek değer"leridir.

"Çevre ve nüfus krizi" karşısında gelecekleri bunu tutucu biçimde devam ettirme veya reforme etmeden birini "seçmeye" bağlıdır.

 İkincisi, bu çerçevede, toplum üyelerinin rasyonal kararlarıdır:

"Toplumun kaderi kendi ellerindedir ve kendi öz seçimlerine dayanır".

 İlki, "çekirdek değerler", bir burjuva ideolojisi karakteristiği olarak, toplumsal üretim süreç ve ilişkilerine dışsal bir etkendir.

Neoliberal planda ise, yaşam tarzı, beslenme tarzı, kültür vbden öteye geçmez.

İkincisi ise, söz konusu toplum bireylerinin "rasyonal kararlar alıp almaması", yine burjuva ideolojisinin karakteristiği olarak, piyasa önvarsayımına dayanır.

Böylece piyasanın olmadığı prekapitalist toplumların çevre/nüfus krizi karşısındaki tutumları, piyasa gözünden "incelenir".

Bu piyasa modeli çerçevesinde, hemen tahmin edilebileceği gibi, rasyonal kararlar almak için bireysel serbestliğin varsayıldığı (piyasanın atfedildiği) eski toplumlar krizi "başarıyla" aşacak, bireylerin topluma ve onun kolektif değerlerine bağımlı olduğu eski toplumlar ise "çökecek"tir.

 Nitekim Diamond'ın "başarılı" kıldığı toplum örnekleri, biri dışında, sınıfların ve devletin olmadığı ya da tam gelişmemiş olduğu, görece eşitlikçi, kararların birlikte tartışılarak alındığı Paleolitik ve Neolitik toplumlardır.

Burjuva ideolojisinin "doğal birey/doğal piyasa" fantazisi yine işbaşındadır.

Piyasa, yani "kıtlık koşullarında rasyonal bireylerin özerk seçimleri", bu kez "piyasa demokrasisi" biçimiyle, çevre/nüfus krizini aştığı söylenen bu dip-tarih toplumlarına yapıştırılır, sonra dönüp günümüz kapitalizminin yol açtığı ekolojik krize, "demokratik piyasa" çözümü reçetesi olarak sunulur.

"Antropolojik kapitalizm"in beylik tarih-ötesi taklalarıyla, kapitalist piyasanın serbest rasyonal birey önvarsayımı sınıfsız toplumlara, bu toplumların sınıfsızlığı ve komünal demokrasisi ise günümüz neoliberal kapitalizmine yapıştırılarak, kapitalizmin ekolojik yıkıcılığı "düzeltilebilir" gösterilir.

 "Başarılı" denilen diğer örnek, feodalizmin çözülme belirimlerinin başladığı Tokugawa dönemi Japonyası için ise, Japonya tabii ki günümüz "gelişmiş piyasa demokrasisi" toplumu olduğundan, aynı piyasa çözümü modeli feodal toprak beylerine mal edilerek yutturulmaya çalışılacaktır.

Kendi yarattıkları çevre/nüfus krizini aşamayıp çökenlerin ise, sıkı örf, adet, soy, din birliğine dayalı despotik cemaat mülkiyet ve toplumları olduğu söylenecektir.

 Neoliberal antropolojinin tüm bu tarih ve üretim tarzı ötesi "ölçme/karşılaştırma, kesme/yapıştırma" taklalarıyla bilinç-altına kadar zerketmeye çalıştığı neoliberal zehirin ne olduğu bu noktada iyice açıklık kazanır:

 Doğu despotizmine, prekapitalizme mal edilerek karalanan, toplumların kendi kaderlerini rasyonal-demokratik seçimlerle kendi ellerine almasını ve çevre sorununu çözmesini engellediği söylenen şu mevcut "çekirdek değerler", gerçekte, işçi sınıfı kolektivizminden, işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımları ve sosyal hak ve güvencelerinden, Batı'da işçi sınıfının kısmi sosyal refah kazanımlarından başka bir şey değildir!

Bunlar, denmiş olur neoliberal çevreci yeni-Malthusçulukla birlikte, bireylerin çevre sorununu çözme konusunda rasyonal serbest piyasa seçimleri yapmasını engellemekle kalmaz, aşırı nüfus ve tüketim artışına yol açarak çevre sorununu yaratan ve büyüten asıl etkenlerdir.

Paleolitik vb "doğal demokrasi" toplumları üzerinden çevre sorununu çözmede "serbest piyasa demokrasisi" realize edilirken, despotik denilen toplumlar üzerinden "çevre sorununu yaratan ve çözülmesini engelleyen" işçi sınıfının kolektif değerleri ve "aşırı refah" alışkanlığı ve "aşırı talepleri" lanetlenir.

 Diamond'a göre, Ruanda'daki soykırım, Haiti'deki sosyal yıkım bile Malthusçu "çevre/nüfus krizi"ne karşın, bu toplumların eski "çekirdek değerler"ini aşamamasından (yani serbest piyasaya geçememesinden!) kaynaklanır!

Mayalar için "verili kaynakları aşan nüfus artışı ve yoğunlaşması:

Thomas Malthus'un 1798'de öngördüğü bir açmaz", Ruanda için ""Modern Ruanda Malthus'un en kötü-durum senaryosunun doğrulanmış göründüğü bir durumu ifade ediyor", zırvaları çoğu "ölçme/karşılaştırma" kurgusunun önvarsayımıdır.

 J. Diamond'ın tarih çarpıtmalarını tek tek düzeltmekten bitap düşen, ve böyle olmayacağını görüp, sonunda Çöküş kitabına karşı toplu bir "düzeltme" kitabı yayımlayan az çok ciddi antropologlar olmasa, inanacaktık.

 Ruanda'da emperyalist kapitalist güçlerin, sömürücü egemen sınıf ve rejimlerin hiç rolü yok?

Her şey kutsal Malthusçu nüfus/kaynak ilkesini çiğnemiş olma günahlarından ileri gelen "doğal" bir cezalandırılmadan ibaret!.

19. yüzyıl Haiti'sindeki sosyal yıkım ise, evet gerçekten bir cezalandırılmaydı.

Ama Malthus fantazisi tarafından değil, 19. yüzyıl başında köleciliğe karşı ilk devrimi gerçekleştirmiş olması nedeniyle, sömürgeciler tarafından ödeyemeyeceği kadar ağır tazminatlar ve ambargolarla cezalandırılarak yıkıma sürüklendi.

Diamond Haiti'deki sosyal yıkımı ve Ruanda'daki 800 bin kişilik soykırımı, yoksulların ve katledilenlerin kendi suçu ilan ederken, Endonezya ve Dominik kapitalist despotik rejimlerinin turistik "ulusal parklar" yapmasını hararetle över. Japonya gibi "başarılı" dediği örnekler üzerinden, doğal (ve kamu) kaynakların yoksul kitleler tarafından bedava ya da kaçak kullanmasına karşı, bunların özelleştirilip fahiş fiyatlara bağlanarak tüketiminin kısıtlanması gerektiğini ima eder.

Malthusçuluğun çevreci versiyonu da olsa olsa bu kadar olur!

Japonya'da Tokugawa Şogunluğu hükümdarlığı (1603-1867) döneminde,17. Yüzyıl ortasında bir ormansızlaşma ve kereste kıtlığından kaynaklanıyor gibi görünen bir "çevre ve nüfus krizi" yaşandıktan sonra, "ormanları koruma" adı altında ormanları kullanmayı sınıflara göre düzenleyen, yani alt sınıflara ormanları yasaklayan ve evlenme ve doğum kısıtlaması getiren Tokugawa hükümdarlığının üstün öngörüsünü takdir ve takdis eder.

Ne bayağılık! Tokugawa hanedanının yaptığı "ormanları toplumun yeniden üretimi için korumak" değil, köylünün geleneksel komünal hak ve güvencelerini ortadan kaldırmaktı. Tokugawa Şogunluğu toprak beylerini yenilgiye uğratıp tüm askeri iktidarı elinde merkezileştirdikten sonra, tıkanan tarımsal üretimi şogunlar lehine artırmaya dönük politikalar uyguladı.

Bu, Diamond'a göre büyük bir "nüfus patlaması", hızlı kentleşme ve yapılaşmaya yol açarak, tümüyle tahtaya dayanan bir ekonomi ve yaşam nedeniyle ormanları yok etmeye başladı.

Ormansızlaşma 17. yüzyılın ortalarında kriz noktasına gelince, Tokugawa şogunları orman ve toprağın kullanımını kendi çıkarlarına yeniden düzenledi, kömür üretim ve kullanımını, balıkçılığı, daha hafif inşaat malzemesi ve tekniklerini, Haikodo adasındaki Ainu'larla ticareti "teşvik etti", vb. İşte, diye zafer kazanmış edasıyla haykırır Diamond, Japonya bu önlem ve değişimler sayesinde, sonraki 200 yıl boyunca, görece durgun bir nüfusa sahip olmayı ve sürdürülebilir kaynak kullanım oranlarını sağlamayı başardı!

Tarihten önvarsayımlarına uygun cımbızlama anlatılar kurgulayan, işine gelmeyen olguları sansürleyen türden bir "tarihçi" olan Diamond'ın söylemediği ise şunlardır: Japonya'da Tokugawa dönemi, orman, doğal kaynak, toprak düzenlemeleriyle giderek köylüleri zorla mülksüzleştiren, Haikodo adasını istila edip Ainu'ları adeta soykırımdan geçirip tüm kaynaklarına el koyan, köylü gençleri bekarlığa mahkum eden ve "fazla" çocukları öldüren, yani "çevreden tasarruf" adı altında gerçekte emekten ve emekçilerin yaşamlarından "tasarruf" yapan -hakikaten Malthusçu nüfus/kaynak ilkesini uygulamanın pek başarılı örnekleri!-,                             askeri despotik kanlı bir ilkel birikim sürecinin ifadesiydi.

"Kıt doğal kaynaklara/sınırlara karşılık aşırı nüfus krizi", Japonya'da 17. yüzyıldan itibaren derinleşen sosyo-ekonomik krizin nedeni olmaktan çok bir görüngüsüydü. Asıl kriz feodal üretim tarzının kriziydi, üretici güçlerin artık feodal üretim ilişkilerine sığmaz hale gelmesinin kriziydi.

Nitekim, Diamond'ın Tokugawa Japonyası'nın "çevreci Malthusçu"luğuna atfettiği "başarının" hiçbir şeyi çözmediği, 1867'de bu kez Şogunların doğrandığı iç savaşla bir tür burjuva monarşist devrimin gerçekleşmesi, 1890'lardan itibaren ise Kore ve Tayvan'dan başlayarak emperyalist istila ve yayılmacılığın başlaması, bunun açık göstergeleridir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin (ki kent ile kır, toplum ile doğa arasındaki zıtlaştırıcı işbölümü ve dolayısıyla "metabolik yarılma" da buna dahildir) hem "toprağın bereketinin sürmesi için gerekli koşulları tahrip etmesi" hem de "kentli işçi sağlığını tahrip etmesi" bir bütündür, ve ancak birlikte çözülebilir.

Kapitalist üretim ve işbölümü ilişkileri ortadan kaldırılmadan, kent/kır, toplum/doğa arasındaki artan ölçüde yıkıcılaşan zıtlık da ortadan kaldırılamaz.

Kent ile kırın, toplum ile doğanın yeniden ve daha üst düzeyden birbiriyle uyumlu kaynaşması ve ortak yaşarlığı sağlanamaz.

Burjuva/küçük burjuva gerici ya da ütopik-reformist çevrecilik versiyonlarında tipik olan, kapitalist işbölümünün yarattığı kent/kır, toplum/doğa gibi zıtlıkların iki yanı arasında dönenip durmaları veya bunları umutsuzca uzlaştırmaya çalışmalarıdır.

 Bir dönemki kıra karşı kent, doğaya karşı insan anlayışlarını tersine çevirerek, ya da kapitalizmi prekapitalist ilişkilerle harmanlayıp ütopik "antropolojik kapitalizm" fantazileriyle, kapitalist üretim ilişkilerinin durmaksızın derinleştirerek yeniden ürettiği bu işbölümü ve zıtlaşmayı çözmüş olmaz, yalnızca örtbas etmiş olursunuz.

Ekolojik tahribatın ortadan kaldırılması sermaye egemenliğinin, sermaye egemenliğinin kaldırılması (kent/kır çelişkisi dahil) işbölümünün kaldırılmasından bağımsız düşünülemez.

 "İyi gelişmiş ve meta değişimi ile ortaya çıkmış her işbölümünün temeli, kent-kır ayrımıdır."

 Bu ayrım ve zıtlığı bir yandan had safhada derinleştirip yıkıcılaştırırken, diğer yandan yeni ve daha üst bir kaynaşmanın olanaklarını oluşturan ise günümüz kapitalizmidir.

Ne var ki bu kaynaşma, "kullanım değerine dayalı" antropolojik, fizyokratik veya ekolojik kapitalizm hayalleriyle değil, kapitalist değer, artı-değer vd ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir.

Marx ve Engels, kapitalizmin varoluş koşullarından biri olan "kır ve kent arasındaki karşıtlığın" kaldırılmasını "komünal yaşamın ilk koşullarından biri" olarak gördüler.

Ve son çalışmalarına kadar, üretici güçler/kapitalist üretim ilişkileri ve emek/sermaye zıtlığının kaldırılması ile kent/kır zıtlığının kaldırılması arasındaki içsel bağıntıyı vurguladılar:

"Havanın, suyun ve toprağın mevcut kirlenmesine yalnızca kent ve kırın                                  iç içe geçmesiyle son verilebilir...

Tek bir kapsayıcı planlama."

Çünkü kent-kır, insan-doğa arasındaki kaba ayrım ve yıkıcı zıtlaşmanın kaldırılması, ancak bunlar arasındaki meta, sermaye dolayımının kaldırılması ile mümkün olur.

 Komünizm, kapitalizmin korkunç doğal kaynak ve emek israfını ortadan kaldırır.

 Pek çok anti-ekolojik ürünü emek tahsisi ve toprak/kaynak kullanımının planlı bir sistemi ile, toplumsal-bireysel yaşam standartlarında hiç bir düşme olmadan, tam tersine yükselterek, ortadan kaldırabilir. 

Bunlar arasında fosil yakıtlar, HES'ler, nükleer santraller, otomobil/otoyollar, yılda 1.5 trilyon doların harcandığı silahlanma, reklam, gıda ve diğer ürünleri yersiz ambalajlama ve aşırı işleme, tek kullanımlık ürünler, ürünlerin planlı yıpratılması, sömürücü sınıfın dev çaplı bir emekgücü ve kaynağı israf eden sefahatçiliği, aracılar, bürokrasi, hiçbir gerçek yararı ve insanı geliştiriciliği olmadığı gibi zararlı sayısız ıvır zıvır, ilk elde akla gelenler.

 Tüm bunlar kapitalizmin kitleleri de koşullayan meta üretim ve egemenlik ilişkileri ve kar mantığı için ne kadar vazgeçilmezse, "emek-gücünün ve üretimin toplumsal koşullarının en öfkelendirici israf edilişi"dir.

 Aşırı tüketim çılgınlığı ise, kapitalist aşırı birikim ve aşırı üretim krizlerinin bir dayatmasından başka bir şey değildir.

En temel yaşamsal gereksinimlerinin bir kısmını bile karşılayamaz halde olan kitlelerin, hemen hiçbir yararı ve geliştiriciliği olmayan estetize edilmiş meta-çöplere sarılması gibi.

Neyin ne kadar nasıl kimler için kimler tarafından üretilip tüketileceğini belirleyen üretim ilişkileridir.

Kitlelerin kendi gerçek toplumsal-bireysel istek, gereksinme ve özlemlerini özgür, bilinçli ve örgütlü biçimde kendilerinin belirleyip gerçekleştirdiği bir toplum, bunun başlıca engeli ve çarpıtıcısı olan kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkilerinin ve meta fetişizminin kaldırılmasını zorunlu kılar.

Ancak o zaman, gerçek ve tüm yönlü toplumsallaşma yoksunluğunun boşluğunu ikame eden metalar çöplüğüne tapınma ortadan kaldırılır ve yerini dolaysız toplumsallaşan insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinin zenginleştiriciliğine bırakır.

 Marx ve Engels'in komünizm tanımlarından biri, kapitalizmin had safhada ayırdığı ve zıtlaştırdığı kent/kır, toplum/doğa birliğinin daha üst düzeyden yeniden kurulmasıdır.

 Marksist komünist bolluk toplumu amacını, "doğal sınırları ihmal eden anti-ekolojik azami endüstriyelizm" diye eleştirdiğini sanan küçük burjuva ekolojizmin anlamadığı, komünist bolluğun -başka türlüsünü düşünemedikleri- "meta bolluğu" olmadığıdır.

Komünist bolluk toplumu, herkes için özgür zaman bolluğudur, insanların şeylerle değil birbiriyle dolaysız ve çok yönlü ilişkilerin bolluğudur, tüm yönlü yetilerin gelişmesi ve yaratıcılık bolluğudur.

Bu elbette ancak kapitalist değer ilişkilerinin kaldırılmasıyla mümkün olabilecek çok daha yüksek bir toplumsal üretkenlikle sağlanabilir.

Bilinçli ve planlı üretkenlik artışı, yalnızca emekten değil enerji, doğal kaynaklar ve kaba/dayanıksız malzemeden tasarruf ederek, basitçe daha çok ürün yerine, (ileri malzemeler gibi) daha yetkin ve daha çok işlevli ürünlerin üretilmesini sağlar.

 Özel mülk edinişin, eşitsizlik ve rekabetin kalkması, toplumsal olarak yaratılan kıtlığı ortadan kaldırır; doğal kısıt konu ve alanları olduğunda ise, sınırlanan üretimin en çok ihtiyaç duyanlara göre paylaşılmasıyla, doğa üzerindeki basıncı azaltır.

İhtiyaca göre paylaşım, ihtiyaç duymayanın eldekini ihtiyaç duyanla paylaşması, aynı şekilde.

 Kaldı ki temel gereksinmelerin güvenceye alınmasıyla, herkes için ve herkes tarafından daha yüksek zihinsel, duygusal, eğitsel, bilimsel, sanatsal, sportif gereksinmelerin yaratılması ve gerçekleştirilmesi, çok daha az kaynak kullanımıyla sağlanır.

Kapitalist değer ilişkileriyle birlikte meta fetişizminin de kalkmasıyla, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini şeyleştirip çarpıtan sis perdesi de ortadan kalkar.

Özgürce ve dolaysızca biraraya gelen insanlar, birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini tam olarak anlaşılır ve saydam biçimde görebilir.

Gerçekte neye ne kadar ihtiyaç duyup duymayacaklarını bilerek ve bunun toplum ve doğa üzerindeki etkilerini öngörüp düzenleyerek,  üretimlerini buna uygun bilinçli bir planlama çerçevesinde yapabilir.                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI     Bugün birçok ülkede bilimsel çalışmalar disiplinlerarası bilimsel araştırmalar şeklinde yürütülme...