ANTROPOLOJİK KAPİTALİZM - 9
Ekolojik çöküş
Jared Diamond'ın, "Çöküş: Toplumlar Başarı ve Başarısızlığı
Nasıl Seçer?" kitabının konusu ilgisiz kalınamayacak önemde:
Ekolojik
kriz.
"Dünya toplumumuz sürdürülemez bir güzargahta...
Dünyanın çevre sorunları, şu veya bu biçimde, bugünkü çocuklarımızın ve
gençlerimizin yaşam süresi içinde çözülmüş olacak.
Tek soru şu ki kendi seçtiğimiz memnuniyet verici yollarla mı
çözülecek, yoksa kendi seçimimiz olmayan, savaş, soykırım, açlık, salgın
hastalıklar, ve toplumların çöküşü gibi istenmeyen yollarla mı
çözülecek?"
Yeterince ciddi bir konu, yeterince vurucu bir giriş.
Ancak konunun en tiz alarm çanlarını haklı kılan ciddiyeti, daha girişten
başlayan manipulasyonu görmeyi engellememeli:
Savaş, soykırım, açlık, salgın hastalıklar ve "toplumların
çöküşü" yalnız, "çevre sorunları"ndan mı kaynaklanıyor?
"Çevre sorunları" olmasaydı, ya da olmadığı tarihsel dönem
ve yerlerde, hiç savaş, soykırım, yoksulluk, açlık, toplumsal kriz ve
çöküntüler yaşanmaz mıydı/yaşanmadı mı?
Diamond, diğer tüm yapıtlarının konularında olduğu gibi, ekolojik
krizi de tarihten, toplumsal üretim ilişkisi biçimlerinden, sınıflardan, günümüzde
kapitalizmden soyutlayarak ele alıyor.
Toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız, tarih dışı, soyut bir
"insan-çevre ilişkisi ya da çelişkisi" varsayıyor.
Günümüzde kapitalist sömürü ve eziyet ilişkileri sisteminin had
safhaya vardırdığı emek, insan, doğa tahripkarlığı da, dönüp,
kendindeleştirilmiş (kapitalizme dışsal) bir "çevre sorunu"na
atfediliyor.
Şimdi J. Diamond bize, hep olduğu gibi, ekoloji sorununda kapitalizm
öncesinden "başarılı/başarısız", "kazanan/kaybeden toplum"
karşılaştırmalı vaka örnekleri masalları anlatacak.
Burjuva sahte-bilimcilik yöntemi hep aynıdır:
Toplumsal üretim süreci, tüm farklı üretim tarzlarındaki ortak
özellikleriyle tanımlanır.
Ebedi yasalarla tarihten yalıtılarak açıklayıcılık konumundan uzaklaştırılır.
Toplumların kendini yeniden-üretme/yeniden-üretemez hale gelme, kriz,
yıkım ve dönüşüm gibi süreçleri, üretim süreç ve ilişkilerine dışsal
olduğu varsayılan etkenler temelinde ele alınır.
Bu etkenler yerine göre ürünlerin dağılımı/bölüşüm, ideoloji,
kültür, psikoloji, dış mihraklar/düşman komşular, dost ticaret paydaşları,
coğrafya, doğal evrim, çevre, başarılı veya başarısız yöneticiler vb olur.
Her birinde tüm dava, kapitalist ilişkilerin değiştirilemez, ezeli-ebedi
yasalara dayalı olduğunu, ortaya çıkardığı çelişki ve yıkımların da
kapitalizmin özüne dokunmadan ideal ifadesine sarılarak/geri getirerek
düzeltilebilir olduğunu "kanıtlamak"tan ibarettir.
Anaakım vulgar antropolojiye oynatılan rolün burjuva ideolojisi
açısından önemini görüyoruz.
Anaakım antropolojinin işlevi, kapitalist toplumun bazı
görüngülerini; diyelim ki yalıtık birey, mübadele, din, savaş, sefalet,
kıtlık, doğa yıkımı, vd- kapitalizm öncesi, hatta daha iyisi "uygarlık
öncesi" toplumlarda da bir biçimde "keşfetmek", ve dönüp
bunları değişmez, tarih ve toplum üstü ezeli-ebedi yasalarmış gibi
benimsenmesini sağlamaktan ibarettir.
Karl Polanyi'nin dağıtım ve mübadele açısından, Levi-Strauss'un
ideoloji/mitoloji ve dil açısından, Freud'un bilinç-dışı ve psikoloji
açısından, Mircael Eliade'nin din açısından, Clastress'in savaş açısından,
Jared Diamond'ın biyo-coğrafya ve çevre açısından, ki bu liste sınırsızca
uzatılabilir, hep yaptığı, ele alır göründükleri sorunlar açısından
kapitalizmin antropolojik doğallaştırılması ve/veya "düzeltilmesi"
gerici-ütopizmidir.
Diamond, "Çöküş"te, günümüz kapitalizmin iç ve dolayısıyla doğayla
bağdaşmazlığının keskinleşmesini, kapitalizm öncesi toplumlardan bazı
seçmece "çevre ve nüfus krizi"nden kaynaklanan "toplumsal
çöküş" kurgu anlatılarına yedirir, ardından dönüp, tarih ve üretim
tarzları ötesi ölümsüz "çevre/nüfus yasaları" ile kapitalizm
mazur gösterilip, gerici-ütopik "çevreyle uyumlu
kapitalizm" dilek ve öğütleri verir.
"Çevre sorunu" da, doğa, kapitalist toplum bireylerine (toplumsal
üretim süreci gibi) dışsal göründüğünden, krizleri, eko-sistem krizinin kendisi
dahil, kapitalist üretim tarzına dışsal ve mazur göstermede ideal
bir konu mankenidir.
Bu kez elde var, çevreci yeni-Malthusçuluk.
Papaz Malthus'un kuramı, toplumsal üretici güçler/üretim ilişkileri
bağdaşmazlığı ve sınıf çelişkileri yerine, kaynakların sınırlı artışına
karşılık aşırı nüfus artışı " ebedi yasası"nı geçiriyordu.
Böylece yoksulluk ve kıtlık, savaş, kriz, yıkım ve her türlü toplumsal
felaketi, kaynakların sınırlı artışına karşılık yoksulların aşırı
üremesinden kaynaklanıyormuş gibi sundu.
Sefaletin, işsizliğin ve her türlü felaketin sorumlusu da aşırı
üreyen yoksullar, işçi sınıfıdır!
Malthus sınıfları ve sömürüyü nüfus/kaynak dengesizliği ve kıtlık sahte
kuramıyla doğallaştırdığı gibi, eşitlikçi komünist toplumu da aynı "ebedi
yasalarla" imkansız ilan ediyordu.
"İnsan bolluk ortamında yaşayamaz.
Herkes doğanın cömertliğini aynı şekilde paylaşamaz." diyordu.
Ona göre, insanın doğasındaki bencillik, insanın hep sahip
olduğundan daha fazlasını istemesi, bolluk koşullarında aşırı nüfus
artışıyla yine kıtlığa yol açacak, kitlesel açlık "insanlığın
çökmesine" neden olacaktır.
Bu yüzden, diye muzaffarene bir edayla ilan eder, nüfus artışını
kontrol etmek için özel mülkiyet zorunludur ve nüfus artışıyla çöküşe yol
açacak eşitlikçilik istemlerinin engellenmesi gerekir.
Sorun bu olunca, çözüm de yoksullara, işçi sınıfına, az gelişmiş ülkelere
dönük "nüfus artışını" zorla kısıtlayıcı önlemler ve "nüfus
planlaması"dır.
Bunlar arasında yoksullara her türlü sosyal yardımın, "aşırı
üremelerini" teşvik edeceği gerekçesiyle kaldırılması, ebedi
"nüfus/kaynak ilkesi" gereği, düpedüz açlıktan öldürülmeleri de
vardır.
"Savaş, soykırım, açlık, salgın hastalıklar, ve sosyal
yıkımlar", doğaldır, bunlar ebedi "nüfus/kaynak dengesi
yasası"nın "mevcut kaynaklara göre aşırı nüfus dengesizliğini"
tanrının -ya da piyasanın- görünmez eliyle "düzeltmesi"dir.
Malthusçu bayalığın 19. yüzyıl burjuva iktisat ve sosyolojisi
tarafından göklere çıkarılması gibi, kapitalizmin sonraki her şiddetli
kriz sürecinde; 1930'larda, 1970'lerde, 2000'lerde çeşitli
yeni-Malthusçuluk versiyonlarıyla neden hortlatıldığını anlamak zor
değildir.
Nazi Almanyası'nda "ari olmayan ırkların aşırı üremesi"ni sosyal
kaosun nedeni olarak göstermek ve faşist/emperyalist istila ve
soykırımları Malthus ilkesiyle meşrulaştırmak, Malthusçuluğun mantıki
sonuç ve versiyonlarından biriydi.
Günümüzde de daha yoksul halkların, ezilen ulus ve ırkların,
göçmenlerin nüfus
artışının daha hızlı olmasının (örneğin Türkiye'de) "güvenlik
tehdidi" sayan ırkçı-şovenizm Malthussuz yapamaz.
Paul Ehrlich'in 1968 krizi ve isyanları sırasında yayınlayan
"Nüfus Bombası" adlı çok satan sansasyonal kitabı ise,
1970'lerde ve 80'lerde aşırı nüfus artışı nedeniyle çok büyük bir kıtlık
yaşanacağı ve 100 milyonlarca insanın açlıktan öleceğini iddia ederek,
ABD'de başkan Nixon, Rockefeller ve Ford Vakıflarının tam desteğiyle, bir
çöküş senaryosu ortaya attı.
En büyük kötülüğün aşırı nüfus olduğunu iddia ediyor, özellikle "az
gelişmiş ülkeler"de suya kısırlaştırıcı maddeler karıştırmak, çocuk
vergisi koymak ve bebek eşyalarını lüks mal diye vergilendirmek gibi dehşetli
tedbirler öneriyordu.
Bütün yaşamın dayanağı olan doğayı korumak için onun başlıca
kirleticileri ve yok edicileri olarak görülen insanların -aslında
yoksulların- artan biçimde dünyaya gelmesine engel olunmalıydı.
Bu propaganda ile ABD ve Batı Avrupa'da 1960'ların ikinci yarısında
sınıf, ezilen ırk ve antiemperyalist mücadele ve isyanların basıncıyla
yürütülen kısmi ve titrek sosyal liberal reform programları "modası
geçmiş" ilan edilip terkedildi.
Doğanın aşırı nüfus, teknoloji, aşırı maddi çıkar hırsı nedeniyle yok olmak
üzere olduğu (en büyük kapitalist tekeller, devletler, üniversiteler ve medya
tarafından!) söylenerek adeta "tarihin sonu" ilan edildi, ve doğaya,
doğal ve basit bir yaşama, sevgiye, barışa, huzura, mistisizme, uygarlık öncesi
yabancılaşmamış doğal toplumlara, yani şu "öze" dönüş romantizmi
teşvik edildi.
Emperyalist kapitalist tekel ve devletler "doğal ürünler" ve
"çevre kirliliğini önleyen sistemler" sözleri verdiler ve büyük reklam
kampanyaları düzenlediler, orta sınıf beyaz gençlik hareketi
siyasal-toplumsal mücadeleleri terkederek "çiçek çocuklar"
oldular, "doğal yaşam", "ekolojik tarım" komün ve
kolonileri kurdular. Aslında tüm olup biten, devasa bir tekelci kapitalist
toplum mühendisliği ve manipulasyonu ile, komünist, anti emperyalist,
anti-ırkçı, anti-ataerkil mücadele ve isyanların yalıtılarak, yerlerine,
kitlelerin insanca yaşam özleminin, hümanist ve apolotik bir görünüm
verilen çevre sorunu üzerinden geçmiş altın çağ" romantizmine
kanalize edildiği, "düzeltilmiş, ekolojik, hümanist kapitalizm"
liberal-ütopik reformizminin geçirilmesiydi.
"Antropolojik kapitalizm" diye kavramlaştırdığımız, eski
liberal-anarko ütopizmin kapitalizmin krizi ve neoliberal dönüşümüne
uyarlanarak yeniden hortlamasının tarihsel kökleri bu dönemdedir.
Leo Buscalia'nın "yeni sevgi ve barış dini", Erich Fromm'un
"sevgi ve huzur psikolojisi", Zerzan, İlich'in yaşam tarzı
anarşizmi, Le Guin'in "Mülksüzler"i, Sahlins'in göçebe
avcı-toplayıcıları "refah toplumu" ilan ettiği "Taş Çağı
Ekonomisi" kitabı bu dönemin ürünleridir.
Bu dönemde göçebe avcı-toplayıcılar antropolojisinde tam bir patlama
yaşandı. Avcı-toplayıcıların eşitlikçiliği, kendi yaşamlarına ilişkin tüm
kararları hep birlikte tartışıp konuşarak almaları, günde ortalama 3-4 saatten
fazla çalışmayışları, doğal kıtlık durumunda ihtiyaçlarını buna göre
ayarlayıp yokluğu da paylaşmaları gibi çok önemli antropolojik bulgulara
ulaşıldı.
Ancak ne yazık ki büyük yankı yaratan Yukarı Paleolitik eşitlikçi toplumlar
antropolojisinin bulguları, kapitalizmi aşarak ulaşabilecek yeni ve daha
yüksek bir eşitlikçi toplum özlemini karartmak, yerine romantik-ütopik
"öze dönüş"çülüğü geçirmek ve bunlarla harmanlanan "antropolojik
kapitalizm" fantazisini yaygınlaştırmakta kullanıldı.
Sahlins'in, bolluğu olduğu gibi açlığı da eşit paylaşan, doğal
kıtlığa ihtiyaçların genel karşılanma düzeyini düşererek ve eldekini en çok
ihtiyaç duyanlara göre paylaştırarak yanıt veren, eşitlikçi göçebe
avcı-toplayıcılar imgesi yanlış değildir. Ne var ki bu, ancak bolluğu da
yokluğu da eşitlikçi biçimde paylaşan, sınıfsız, hiyerarşisiz, rekabetsiz
toplumlar için geçerlidir.
Kıtlığa belli ihtiyaçları genel olarak kısarak ve kıt olanı ihtiyaç
derecesine göre paylaştırarak yanıt vermek sınıflı toplumlarda imkansızdır.
Çünkü sınıflı toplumlarda, hele ki kapitalizmde kıtlık, zaten doğal
değildir, eşitsizlikçi-rekabetçi toplumsal ilişkiler tarafından yaratılır.
Kıtlık, kıt olanın sömürücü sınıf ve bireyler tarafından mülk edinilmesi,
tekelleştirilmesi ve bunu toplumun geri kalanından sakınması veya daha çok
sömürü/soygun/egemenlik için kullanmasından doğar.
Toplumsal eşitsizlik ne kadar artarsa kıt olan koşul ve ürünleri ele
geçirme, başkalarını bundan yoksun bırakma ve bu yoksunluktan daha fazla güç/çıkar
sağlama rekabeti, dolayısıyla eşitsizliğin daha da şiddetlenmesi o kadar
artar.
Burjuva bayağı neoklasik iktisat ve marjinal fayda kuramının iddia ettiğinin
tersine, doğal kısıtlar tek başına, doğal ve zorunlu olarak toplum içi ve
toplumlar arası eşitsizlik ve rekabete yol açmaz.
Toplumsal eşitsizlik doğal kıtlıktan değil, toplumsal kıtlık (toplumun
emekçi çoğunluğunun içinde tutulduğu yoksulluk ve yoksunluklar), sınıflı,
eşitsiz, işbölümcü, rekabetçi toplumsal ilişkilerden doğar ve yeniden üretilir.
Günümüzde dünya nüfusunun 2 katını doyurmaya yetecek kadar gıda
üretiliyorken, 2 milyar insanın aç, en az bir o kadarının yetersiz ve/veya
aşırı sağlıksız besleniyor olması yeterli örnektir.
Kapitalist üretim ve güç ilişkileri doğayı mahveder, doğal kaynakları ele
geçirmek için savaşlar çıkartarak ve özelleştirme/sermayeleştirme operasyonları
yürüterek, kitleler üzerindeki sömürü, soygun ve egemenliğini büyütür.
Çevrecilikte ana akım "yeşil kapitalizm", yeni-Malthusçuluk ve
"altın çağlar" antropolojisi, neoklasik iktisat temelinden giderek iç
içe geçti, işçi sınıfına yıkıcı neoliberal kapitalist saldırganlığın önünü
açmanın ve meşrulaştırmanın tam temkil aracı olarak kullanıldı.
1980'lerin sonlarından itibaren ise, artık bayağı
neoklasik/neoliberal iktisat ve yeni-Malthusçulukla hemhal olmuş
"ekolojik iktisat" dönemiydi.
Neoklasik iktisat, "doğa artık kıt bir kaynaktır" diye başladığı
"doğal tirad"ını; "doğal bireyler"in "doğal fayda
maksimizasyonu güdüsü" gereği "doğal kıtlık" koşullarında
yaptığı seçimler, "doğal olarak" en iyi "serbest piyasa"
tarafından düzenlenir, diye tamamlar.
Neoklasik iktisata beylik bir örnek verelim:
Yaşlı nüfusun hızlı artmasıyla emeklililerin "kıt" sosyal
güvenlik fonlarının taşıyamayacağı bir "yük" haline geldiği,
"aşırı" emekli nüfusuyla "kıt" sosyal güvenlik
kaynakları arasındaki "çelişkinin", ancak, işçilerin ve emeklilerin
"aşırı istemleri"ni düşürmesi (mezarda emeklilik, emekli maaşlarının
düşürülmesi, vd) ve emekliliğin özelleştirilmesiyle (bireysel özel emeklilik
sigortası, vb) çözülebileceği iddia edilir!
Burada neoklasik iktisat ile yeni-Malthusçuluk bağlantısı son derece
açıktır.
Aynı sahtekarlık, eğitim, sağlık, arazi, enerji, su, ve akla
gelebilecek her türlü toplumsal ihtiyacın marjinalize edilip
sermayeleştirilmesinde uygulanmıştır:
Aşırı nüfus ve aşırı tüketime karşılık doğal kaynaklar kıttır, öyleyse
marjinal fayda ve marjinal verimlilik kuramları gereği, doğal kaynakların
dağılım ve kullanımının "kendiliğinden doğal düzenlemesi" için
doğanın fiyatlanması, piyasalaştırılması ve sermayeleştirmesi "doğal
ve zorunlu"dur!
Yeni-Malthusçuluk, klasik "aşırı nüfus" temasıyla birlikte,
küresel ısınma, enerji krizi, fosil yakıtlar, ormansızlaşma, topraksızlaşma,
temiz su kaynaklarının azalması, tarım, GDO, organik gıda, sürdülebilir
kalkınma gibi konulara uyarlanarak yeniden üretildi.
İngiltere'de neoliberal politikaları en pervasız biçimde uygulayan Tony
Blair hükümetinin (1994-2010) üst düzey danışmanlarından Jonathan Porrit,
"çevreci" Optimum Nüfus Vakfı'nın patronuydu.
Porrit ve Vakfı, İngiltere nüfusunun 1880'lerdeki düzeye, 30 milyona
düşürülmesini savunuyordu.
Avrupa Yeşil Partileri de "sürdürülebilir ve adil toplum için nüfusun
dengeli veya yavaş yavaş azaltılması gerektiği"ni savunur.
Neoliberal kapitalizmin çevreciliği, örneğin kitle taşımacılığını ve ormanları
özelleştirilmesi ve otomobil-otoyol-enerji üretim/tüketiminini muazzam
teşviklerle azdırmasından görüleceği gibi, çevrenin tam sermayeleştirilmesinden
ibarettir.
Küresel mali oligarşik organların neoliberal kapitalist
"sürdürülebilirlik" ("sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir
çevre, yoksulluk yönetişimi, vb) programlarının temel dayanak ve argumanları
yeni (neoliberal) Malthusçuluktu. Örneğin şu ÇED (çevresel etki
değerlendirmesi) raporları, tekelci kapitalist doğa yıkımının
"çevreci" kamuflajı haline geldi. Bazı çevreci akımlar küresel
ısınmayı bile nüfus artışına (ve bundan kaynaklanan tüketim artışına)
bağlarlar.
Doğum kontrolü ve kürtajı savunur görünmesiyle feminist, çevreyi
savunur görünmesiyle ekolojist, üretkenliğin kısıtlanmasını savunmasıyla
anarşist (ve ilerici!) kamuflajlar edinen yeni-Malthusçuluk versiyonları
türedi.
Örneğin Derin Ekoloji, anarşist olduğu kadar Malthusçu bir
akımdır.
Yeni-Malthusçuluğun Zerzan ve İllich gibi yaşam tarzı anarşisti
versiyonları bir yana, Pentti Linkola'nın "Gönüllü İnsan İmhası
Hareketi" gibi versiyonları bile vardır. Linkola, uygarlığın çöküşünün
yalnızca kaçınılmaz değil istenir bir şey olduğunu, çünkü hep daha uzun yaşam,
daha iyi tıp, daha çok gıda ve tüketim isteyen insanların ancak böyle bir
topyekun yıkımla cezalandırıldıktan sonra, geriye kalanların doğayla uyum
içinde yaşamak zorunda kalacaklarını iddia eder! Linkola uç bir örnek olsa da,
eko-sistem krizinin kapitalizmi ortadan kaldırarak değil toplumsal üretici
güçleri sınırlayarak ya da geriye götürerek çözülebileceği hayali, küçük
burjuva ekolojizminde genel bir eğilimdir;
"Bize, çevresel felaketin pis kokularını yayan kar amaçlı,
piyasa yönelimli üretim yapan bu sisteme karşı mücadele etmek yerine, 'büyüme
ideolojisi'ne saldırmamızı tavsiye eder.
Açıktır ki ... bu saldırı hattı, 'geleneksel dinler'in tavsiye ettiği
çizgidir: 'İnsana bilgi, öz disiplin ve arzuların büyümesini sınırlamayı
ve ruhunu gerçekliğe uydurmayı öğret.'"
Marx'ın küçük burjuva sosyalizmi için söylediği gibi;
"... ya eski üretim ve değişim araçlarını, ve bunlarla birlikte
eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi, ya da modern üretim
ve değişim araçlarını, bu araçlar tarafından parçalanmaları
kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri çerçevesinde tutmayı arzular.
Her iki durumda da hem gerici ve hem de ütopyacıdır."
"... Prudonculuğun tümünde gerici bir çizgi izlenmektedir;
sanayi devrimine karşı bir nefret ve bazan açık, bazan kapalı bir şekilde dile
getirilen, bütün modern sanayii ... aforoz ederek, eski, saygıdeğer el emeğine
geri dönülmesi isteği. Bu durumda, üretici gücümüzün binde 999'unu
kaybedecekmişiz, bütün insanlık mümkün olan en kötü emek esaretine mahkum
olacakmış, açlık genel bir kural haline gelecekmiş -değişimi, herkesin
'emeğinin tam karşılığını' alacak şekilde düzenledikten ve 'ebedi adalet'
gerçekleştikten sonra bütün bunların ne önemi var!"
Günümüzde, Öcalan'ın Demokratik Konfederalizm anlayışı dahil, ekolojizm,
feminizm ve antropolojizm ile harmanlanan, küçük burjuva solda da oldukça
yaygın yeni-Proudhonculuk versiyonları bu çerçevededir.
Emek, insan, doğa tahripçisi kapitalizmi değil, kapitalizmi bu doğa tahripkarlığıyla
birlikte ortadan kaldırmayı olanaklı kılan, toplumsal üretici güçlerin
geldiği gelişme düzeyini ve uzlaşmaz sınıf çelişkisini sorun olarak
görmektedirler.
Öcalan, nefret ettiği "endüstriyelizm"i sosyalizm ile birlikte
kodlayarak, "işçi sınıfının burjuvaziyle bir olup" köylüyü,
kadını ve doğayı "sömürmesi" diye lanse edecek kadar anti-bilimsel
yaklaşımlara imza atabilmiştir.
(Öcalan'ın Demokratik Konfederalizm anlayışının kapsamlı bir eleştirisi için
bkz.....) Günümüzde toplumsal emek üretkenliğinin, artık endüstriyelizm (kar
için üretim/üretim için üretim) ile de bağdaşmayan ve onu emeğin, insanın,
doğanın esareti ile birlikte ortadan kaldırmayı olanaklı kılan bir noktaya
geldiğini görmemektedir.
Liberal-halkçı ütopik reformizm, kapitalizmi yeni ve daha yüksek bir
toplum ve doğa birliği temelinde ileriye doğru aşmayı değil, geriye
doğru, prekapitalizmle harmanlayarak "düzeltmeyi" vaaz eder.
Ve böylece yeni-Proudhonculuk, yeni-Malthusçulukla iç içe geçer.
Malthus işçi sınıfı ve emekçilere karşı egemen sınıfların çıkarlarını
savunmakla kalmamış, egemen sınıflar içinde de, en gerici ve statükocu
olanların; burjuvaziye karşı toprak aristokrasisinin, sanayi sermayesine
karşı tefeci, tüccar, finans sermayesinin çıkarlarını savunmuştu.
Başka deyişle, üretim artışını olabildiğince toprak rantı, tefeci, tüccar, kilise
vb çıkarlarına halel getirmeyecek sınırlar içinde tutmaya çalışan "ilkeler"
yumurtlamıştı.
Malthus'ta üretkenlik artışına en gerici sınırlar, yeni-Malthusçulukta "ekolojik
sınır" kılığına bürünüyor.
Başka deyişle, kapitalizmin iç sınırları yerine doğal sınırlar; kapitalizmin
uzlaşmaz iç çelişkileri yerine ona dışsal bir insan-çevre çelişkisi
geçiriliyor.
Oysa modern sanayi kapitalizminin daha doğuşuyla emekgücü sömürüsünde
"yoğunluğu ve boyutları bakımından bir çığı andıran sınırtanımazlığı; ahlakın
ve doğanın, yaşın ve cinsiyetin, gecenin ve gündüzün bütün sınırlarını
yıkışı" neyse eko-sistemin bütün sınırlarını yıkışı, emek gibi doğayı
da kendini yeniden üretemez hale getirişi odur.
Kar oranlarının düşme eğilimi ne kadar şiddetlenirse emek ve doğa
yıkımını o kadar boyutlandırır.
Demek ki doğa yıkımı sorunu kapitalizme dışsal (ve tarih-dışı) bir
sınır veya sorun değil, bizzat kapitalizmin iç sınırlarının, yani
kapitalist sistemin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim ve
şiddetlenme sürecinin bir ifadesidir.
Doğa yıkımı sorunu kapitalist toplumsal ilişkiler sisteminin uzlaşmaz
bir iç çelişkisi olarak tarihselliği içinde kavranamazsa, kapitalist insan-doğa
ayrım ve zıtlaşmasının ancak sermaye/meta/işbölümü egemenliğinin sosyalist
devrimci kaldırılması ve, yeni ve daha yüksek bir toplum-doğa birliğinin
kurulmasıyla aşılabileceği görülemez.
Geriye kapitalist toplum/doğa zıtlığını, bunları birbirine dışsal olarak
gören ve geriye doğru uzlaştırmaya çalışan, eski çağ toplumları ile
kapitalizmi, kullanım değeri ile kapitalist değer ve artı-değeri, komünal
demokrasi ile burjuva demokrasisini birbirine katıştırıp çorba yapan,
"ekolojik ve antropolojik kapitalizm" fantazileri kalır.
J. Diamond, 70'lerin yeni-Malthusçuluğunu neoliberalizme uyarlayarak
hortlatmakla kalmaz, modern kapitalist toplumları çok küçük bir azınlığı gıda
üreten çiftçiler, geri kalanı ise gıda üretmeyip yalnızca gıda tüketen
asalaklar diye ikiye bölerek, ta fizyokratlara kadar geri gider.
Ona göre yalnızca tarım ve gıda ile uğraşan çiftçiler üretken, geri
kalan herkes üretken-olmayan, fazla nüfustur.
"Fizyokratlar yalnız tarımsal alanda harcanan emeğin üretken
olduğunda ısrar ederler, çünkü onlara göre yalnız bu emek, artı-değer
sağlar.
Böyle söylemelerinin nedeni de, onlar için artı-değerin ancak rant
biçiminde varolmasıdır."
Fizyokratların temsilcilerinden Garnier, şöyle yazar:
"Tarım işçileri, devleti, kendi emeklerinin ürünüyle
zenginleştirirler:
İmalat ve ticaret işçileri, tersine, kendi tüketimlerinden tasarruf etmenin
dışında başka bir biçimde devleti zenginleştiremezler...
Bu durumda, imalat ve ticaretteki elemanların, toplumda varolan zenginliğeancak
kendilerini bazı şeylerden yoksun bırakarak katkıda bulanabileceklerini
söylemek doğru olur."
Fizyokratlar, doğanın egemenliğini/doğal düzeni savunanlar anlamına
gelir; "doğa en iyisini bilir".
Ancak bu "doğa", merkantilizmden klasik burjuva
ekonomi-politiğine geçiş sürecinde, ilk olarak, çözülmekte olan feodal
biçim altında tarımda gelişmekte olan "kapitalist doğa"nın
kuramıdır.
Sermayenin ve artı-değerin bilimsel kuramına doğru bir ilk adım
olarak kendi dönemindeki önemine karşın, artı-değeri ve zenginlik
birikimini "doğanın armağanı" olarak
görmek, "feodalizmi burjuvalaştırırken, burjuva topluma
feodal bir görünüm atfetmek" gibi bulanıklardan sıyrılamadı.
Fizyokratlar, artı-değeri feodal bir tarzda açıklar; yani toplumdan değil
de doğadan elde edildiği haliyle; insanın toplumsal ilişkilerinden hareket
edilerek değil insanın toprakla ilişkisinden hareket ederek.
Fizyokratların kapitalizmi ve sınıf ilişkilerini doğallaştıran
yaklaşımları, bir çok küçük burjuva ekolojist akımda da tipiktir.
Günümüzde ise, J. Diamond'ın yaptığı gibi, fizyokratların yarı-feodal
kabuğu içinde tarımda kapitalizmin gelişimine dair ve en düşük ücreti alan
tarım işçilerinin dışındaki tüm işçileri "kısır" sayan ve ulusal
zenginlik birikimi için gıda ve diğer tüketimlerinden daha fazla yoksun
bırakmayı öngören kuramlarını, bir "çevre politikası" olarak
yutturmaya kalkışmak, en bayağı bir gericilik ve işçi düşmanlığından başka
bir şey değildir.
Bu gibi zırvalar, endüstriyelizm karşıtı ekolojizm adı altında, günümüz
neoliberal kapitalizmini kapitalizm-öncesi biçimlerle harmanlayarak, doğa ve
"insan doğası" ile uyumlu "antropolojik kapitalizm"
ütopyalarını gerçekleştireceğini sananlar için hoş olabilir.
Ancak yeni-fizyokratlık da, kapitalizmin doğa tahribatının faturasını
da işçi sınıfına çıkaran, bir gerici-ütopizm olmanın ötesine geçmez.
Kapitalist sisteminin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim
sürecinden soyutlanan çöküş senaryoları, tüm yeni-Malthusçu akımlarda ortaktır.
Kapitalizm koşullarında artan bir gelecek güvensizliği ve kaygısı içindeki
kitlelerin bu korkusunu körükleyip geçmişe sarılmaya ve toplumsal çalışma ve
yeniden-üretim koşullarından gönüllü fedakarlığı benimsetmeye
çalışır.
Böylece tıpkı yeni-Robinsonculuk gibi yeni-Malthusçuluk da,
neoliberal kapitalizmin sahte-bilimsel bir realizasyon aracı olmaya hak
kazanır.
J. Diamond ise, 2005 yılında piyasaya sürülen "Çöküş"
kitabıyla, tüm bu yeni-Malthusçu bayağılıkları daha bir canlandırıp
popüleştiren yeni Mesihimizdir.
Yine kapitalizm öncesi toplumlardan bu kez "çevre ve nüfus krizi"
nedeniyle "toplumsal çöküş" senaryoları üretecek, sonra dönüp
günümüzde "benzer (kapitalist olmayan!) nedenlerle benzer bir çöküş
tehlikesi"nin yaklaşıyor olmasıyla gelecek korkularını
körükleyecektir.
Şanına yakışır bir neoliberal kapitalizm peygamberi olarak, sihirli
çözüm reçetesi hemen önümüze koyacaktır: Çevreye zarar veren şirketlere
karşı tüketici boykotları, "yeşil" etiketli ürünler, organik
gıda, yeşil pazarlar, vb.
Bu sihirli reçete, çözümü tüketicilere, piyasaya ve "piyasa
reformu"na havale eden şu bayat "yeşil kapitalizm"
("organik tarım", "çevre dostu tekeller", "yeşil ürün
etiketleri", vb) liberal ütopik-reformizminin, günümüzde büsbütün mali
oligarşik kapitalist endüstri ve kar sektörü haline getirilmiş biçimidir.
Diamond, araya yine petrol tekelleri reklamları alır, Chevron'un Yeni
Gine'deki petrol çıkarımının ne kadar "çevre dostu" olduğu, bu sayede
Norveç gibi başka ülkelerde de petrol çıkarım iznini alabildiğini
söyleyerek, meseleyi emperyalist kapitalist tekellerin "tamamen duygusal" azami
kar güdülerine seslenerek çözüverir!
Bununla kalmaz, gelişmiş modern ülkelerdeki kitlelerin yaşam
standartlarının gönüllü olarak düşürülmesi ve azgelişmiş ülkelerde ise büyüme
hızlarının düşürülmesi gerektiğini ima eder:
"Dünyanın bugünkünün 12 katı fazla bir yükü taşıyabileceğini iddia
eden kimse görmedim" der "ama bu düzey tüm üçüncü dünya
sakinleri birinci dünya yaşam standartlarına ulaşırsa varılacak
olandır."
Böylece dünyanın işçi ve kent ve kır yoksulu çoğunluğunun yaşam
koşullarını iyileştirme ve sosyal refah artışı isteminin imkansız olduğu,
tartışılmaz bir yeni-Malthusçu "bilimsel kesinlikle" kanıtlanmış
olur!
"Üçüncü dünya ülkeleri" işçi ve emekçilerine reva gördüğü
yoksulluk ve sosyal yıkımları, ABD, AB ve Japon yurttaşlarının
"geleneksel tüketici değerleri"nden vazgeçmesini isteyerek dengeler
görünür.
Sanki aşırı tüketim çılgınlığı, kapitalizmin aşırı birikim ve aşırı üretim
krizleriyle koşullanmıyormuş gibi!
Söylenen gerçekte şudur: "Çevre krizi"nin nedeni işçi
sınıfının ve kent ve kır yoksullarının, "aşırı üremesi ve
tüketmesi", tarihsel mücadele kazanımları, sosyal hakları, daha iyi
koşullarda yaşamak istemesidir!
İşçiler ve kent ve kır yoksulları, birazcık da zaten yıkıcı biçimde
işçileşen orta sınıflar, "sürdürülebilir bir çevre" (yani
kapitalizm) için yaşam koşullarından, mücadele istek ve özlemlerinden
fedakarlık etmelidir!
Neoliberal kapitalizm ve 2001, 2008 vb krizleriyle olan; sosyal
yıkım, sosyal düşürüm, kamu emekçilerinin ve beyaz yakaların bile bir
dönemki sosyal hak ve yaşam standartlarının yerle bir edilmesi, vd- olması
gerekendir!!
Hayret: 2008 krizinden itibaren Batı dahil işçilerin çalışma ve yaşam
koşullarında şiddetlenen sosyal düşürümler ve ekonomik büyüme hızlarında
belirgin yavaşlamaya karşın, nedense doğa tahribatında en ufak bir azalma yok!?
Tam tersine sıçramalı artış var!?
Ziyanı yok, yeni-Malthusçuluk size, çevre ile nüfus, ya da çevrenin taşıma
kapasitesi ile piyasa ekonomisi, dengeye gelinceye kadar, toplumsal yeniden
üretiminizden fedakarlıkta bulunmaya devam etmenizi söylecektir.
Bu noktada, yeni-Malthusçuluğun, toplumsal üretici güçler/kapitalist üretim
ilişkileri çelişkisinin, üretici güçleri kısıtlayıp geriye götürerek, üretici
güçler içinde de aslen işçi sınıfını ve yeniden üretim olanaklarını
bastırıp budayarak, gerici-ütopik "çözüm" reçetesi olduğunu
görmek zor değildir.
(Bu arada, Türkiye'deki egemenlerin 3-5 çocuk dayatmasının, Malthusçuluğun
karşıtı değil ters yüz edilmiş bir versiyonu olduğunu belirtelim.
Bu versiyonda, enerji ve teknoloji gibi "kıt kaynaklar"a
karşılık, ucuz emekgücü en bol ve kolay üretilebilir, bir nevi sınırsız
"doğal kaynak" olarak görülür.)
J. Diamond, toplumsal çöküş'ü "belli bir yüzölçümü ve belli bir
zaman içerisinde, insan nüfusunda ve/veya politik/ ekonomik/sosyal
karmaşıklıkta (gelişme düzeyi-bn) ciddi bir düşüş" olarak tanımlıyor.
Derin incelemeleri sonucu, toplumların çöküşünü 5 maddelik bir
çerçeveye bağlıyor:
"Çevresel tahribat, iklim değişikliği, düşman komşular, ve dost
ticaret paydaşları,", ve "toplumların çevresel sorunlara
yanıtları".
Ne incelik: "Düşman komşular, dost ticaret paydaşları"!
Burjuva anaakım antropoloji, devlet ve ticareti, iç/dış çatışmalı
ilişkileri uzlaştırmanın, barış ve dostluğun biricik araçları olarak sunar.
Tıpkı, J. Diamond'un bunları yazdığı dönemde daha bir revaçta olan küresel
ve bölgesel neoliberal kapitalist uluslararası entegrasyon programlarının "komşularla
sıfır sorun" sloganlarıyla sunulması gibi.
Nedense hep "dört bir tarafı düşmanla çevrili" kapitalist
güçlere, "dost ticaret paydaşlığı" da yaramamış, düşmanlığı
büsbütün azdırmış görünüyor.
Neyse, kapitalist güçlerin egemenlik ve paylaşım savaşlarını da "dostane
ticari paydaşlıklar" kurarak çözdüğümüzde göre, geriye biricik "toplumsal
çöküş" etkeni olarak çevre sorunu kalıyor.
Çevre sorunu adı altında da önümüze "çevreci"
yeni-Malthusçuluk sürülüyor. Diamond bu sefer, kapitalizm öncesi toplumlardan,
ezeli "çevre ve nüfus krizi ilkesi" karşısında, neoliberal
"ölçme-karşılaştırma"yla seçmece "başarılı/başarısız",
"kazanan/kaybeden" toplum örnekleri uyduruyor.
Ona göre Doğu İzlanda, Greenland Norse, Anasazi, Mayalar, ve daha yakın
tarihlerden de Haiti, Ruanda gibi toplumlar, dayandıkları doğal kaynakları
kontrolsüzce tükettikleri ve yaşadıkları "çevre ve nüfus" krizine
karşı "çekirdek değerlerini" (kültür ve yaşam tarzı!) değiştirmeyi
başaramadıkları için toplumsal ve ekonomik çözülme ve çöküşe
sürüklenmişlerdir.
Tikopian ve Tonganlar, Yeni Gine kabileleri, Tokugawa Japonyası ise, yaşadıkları
"çevre ve nüfus krizi" karşısında "doğru seçimler"
yaparak, daha önce sahip oldukları yaşam tarzı ve kültürü
değiştirmiş; yok olanlar yerine ormanlaştırma, erozyona karşı mücadele,
beslenme ve tüketim tarzını değiştirme gibi reformlarla, "gelecek
kuşaklar için sürdürülebilir çevre" sağlamakta başarılı olmuşlardır.
İki unsurlu aşırı basitleştirilmiş bir "antropolojik model"
kurar:
Birincisi söz konusu toplumların mevcut "çekirdek değer"leridir.
"Çevre ve nüfus krizi" karşısında gelecekleri bunu tutucu
biçimde devam ettirme veya reforme etmeden birini "seçmeye"
bağlıdır.
İkincisi, bu çerçevede, toplum üyelerinin rasyonal kararlarıdır:
"Toplumun kaderi kendi ellerindedir ve kendi öz seçimlerine
dayanır".
İlki, "çekirdek değerler", bir burjuva ideolojisi
karakteristiği olarak, toplumsal üretim süreç ve ilişkilerine dışsal bir
etkendir.
Neoliberal planda ise, yaşam tarzı, beslenme tarzı, kültür vbden öteye
geçmez.
İkincisi ise, söz konusu toplum bireylerinin "rasyonal kararlar alıp
almaması", yine burjuva ideolojisinin karakteristiği olarak, piyasa
önvarsayımına dayanır.
Böylece piyasanın olmadığı prekapitalist toplumların çevre/nüfus krizi
karşısındaki tutumları, piyasa gözünden "incelenir".
Bu piyasa modeli çerçevesinde, hemen tahmin edilebileceği gibi, rasyonal
kararlar almak için bireysel serbestliğin varsayıldığı (piyasanın atfedildiği)
eski toplumlar krizi "başarıyla" aşacak, bireylerin topluma ve onun
kolektif değerlerine bağımlı olduğu eski toplumlar ise "çökecek"tir.
Nitekim Diamond'ın "başarılı" kıldığı toplum örnekleri,
biri dışında, sınıfların ve devletin olmadığı ya da tam gelişmemiş olduğu,
görece eşitlikçi, kararların birlikte tartışılarak alındığı Paleolitik ve Neolitik
toplumlardır.
Burjuva ideolojisinin "doğal birey/doğal piyasa" fantazisi yine
işbaşındadır.
Piyasa, yani "kıtlık koşullarında rasyonal bireylerin özerk
seçimleri", bu kez "piyasa demokrasisi" biçimiyle, çevre/nüfus
krizini aştığı söylenen bu dip-tarih toplumlarına yapıştırılır, sonra
dönüp günümüz kapitalizminin yol açtığı ekolojik krize, "demokratik
piyasa" çözümü reçetesi olarak sunulur.
"Antropolojik kapitalizm"in beylik tarih-ötesi taklalarıyla,
kapitalist piyasanın serbest rasyonal birey önvarsayımı sınıfsız toplumlara, bu
toplumların sınıfsızlığı ve komünal demokrasisi ise günümüz neoliberal
kapitalizmine yapıştırılarak, kapitalizmin ekolojik yıkıcılığı "düzeltilebilir"
gösterilir.
"Başarılı" denilen diğer örnek, feodalizmin çözülme
belirimlerinin başladığı Tokugawa dönemi Japonyası için ise, Japonya tabii ki
günümüz "gelişmiş piyasa demokrasisi" toplumu olduğundan, aynı
piyasa çözümü modeli feodal toprak beylerine mal edilerek yutturulmaya
çalışılacaktır.
Kendi yarattıkları çevre/nüfus krizini aşamayıp çökenlerin ise, sıkı
örf, adet, soy, din birliğine dayalı despotik cemaat mülkiyet ve toplumları
olduğu söylenecektir.
Neoliberal antropolojinin tüm bu tarih ve üretim tarzı ötesi
"ölçme/karşılaştırma, kesme/yapıştırma" taklalarıyla bilinç-altına
kadar zerketmeye çalıştığı neoliberal zehirin ne olduğu bu noktada iyice
açıklık kazanır:
Doğu despotizmine, prekapitalizme mal edilerek karalanan, toplumların
kendi kaderlerini rasyonal-demokratik seçimlerle kendi ellerine almasını ve
çevre sorununu çözmesini engellediği söylenen şu mevcut "çekirdek
değerler", gerçekte, işçi sınıfı kolektivizminden, işçi sınıfının tarihsel
mücadele kazanımları ve sosyal hak ve güvencelerinden, Batı'da işçi
sınıfının kısmi sosyal refah kazanımlarından başka bir şey değildir!
Bunlar, denmiş olur neoliberal çevreci yeni-Malthusçulukla birlikte, bireylerin
çevre sorununu çözme konusunda rasyonal serbest piyasa seçimleri yapmasını
engellemekle kalmaz, aşırı nüfus ve tüketim artışına yol açarak çevre
sorununu yaratan ve büyüten asıl etkenlerdir.
Paleolitik vb "doğal demokrasi" toplumları üzerinden çevre
sorununu çözmede "serbest piyasa demokrasisi" realize edilirken,
despotik denilen toplumlar üzerinden "çevre sorununu yaratan ve
çözülmesini engelleyen" işçi sınıfının kolektif değerleri ve
"aşırı refah" alışkanlığı ve "aşırı talepleri" lanetlenir.
Diamond'a göre, Ruanda'daki soykırım, Haiti'deki sosyal yıkım bile Malthusçu
"çevre/nüfus krizi"ne karşın, bu toplumların eski "çekirdek
değerler"ini aşamamasından (yani serbest piyasaya geçememesinden!)
kaynaklanır!
Mayalar için "verili kaynakları aşan nüfus artışı ve yoğunlaşması:
Thomas Malthus'un 1798'de öngördüğü bir açmaz", Ruanda için
""Modern Ruanda Malthus'un en kötü-durum senaryosunun doğrulanmış
göründüğü bir durumu ifade ediyor", zırvaları çoğu
"ölçme/karşılaştırma" kurgusunun önvarsayımıdır.
J. Diamond'ın tarih çarpıtmalarını tek tek düzeltmekten bitap
düşen, ve böyle olmayacağını görüp, sonunda Çöküş kitabına karşı toplu bir
"düzeltme" kitabı yayımlayan az çok ciddi antropologlar olmasa,
inanacaktık.
Ruanda'da emperyalist kapitalist güçlerin, sömürücü egemen sınıf ve
rejimlerin hiç rolü yok?
Her şey kutsal Malthusçu nüfus/kaynak ilkesini çiğnemiş olma
günahlarından ileri gelen "doğal" bir cezalandırılmadan ibaret!.
19. yüzyıl Haiti'sindeki sosyal yıkım ise, evet gerçekten bir
cezalandırılmaydı.
Ama Malthus fantazisi tarafından değil, 19. yüzyıl başında köleciliğe
karşı ilk devrimi gerçekleştirmiş olması nedeniyle, sömürgeciler
tarafından ödeyemeyeceği kadar ağır tazminatlar ve ambargolarla
cezalandırılarak yıkıma sürüklendi.
Diamond Haiti'deki sosyal yıkımı ve Ruanda'daki 800 bin kişilik soykırımı,
yoksulların ve katledilenlerin kendi suçu ilan ederken, Endonezya ve Dominik
kapitalist despotik rejimlerinin turistik "ulusal parklar" yapmasını
hararetle över. Japonya gibi "başarılı" dediği örnekler üzerinden,
doğal (ve kamu) kaynakların yoksul kitleler tarafından bedava ya da kaçak
kullanmasına karşı, bunların özelleştirilip fahiş fiyatlara bağlanarak
tüketiminin kısıtlanması gerektiğini ima eder.
Malthusçuluğun çevreci versiyonu da olsa olsa bu kadar olur!
Japonya'da Tokugawa Şogunluğu hükümdarlığı (1603-1867) döneminde,17. Yüzyıl
ortasında bir ormansızlaşma ve kereste kıtlığından kaynaklanıyor gibi görünen
bir "çevre ve nüfus krizi" yaşandıktan sonra, "ormanları
koruma" adı altında ormanları kullanmayı sınıflara göre düzenleyen,
yani alt sınıflara ormanları yasaklayan ve evlenme ve doğum kısıtlaması
getiren Tokugawa hükümdarlığının üstün öngörüsünü takdir ve takdis eder.
Ne bayağılık! Tokugawa hanedanının yaptığı "ormanları toplumun yeniden
üretimi için korumak" değil, köylünün geleneksel komünal hak ve güvencelerini
ortadan kaldırmaktı. Tokugawa Şogunluğu toprak beylerini yenilgiye uğratıp tüm
askeri iktidarı elinde merkezileştirdikten sonra, tıkanan tarımsal üretimi
şogunlar lehine artırmaya dönük politikalar uyguladı.
Bu, Diamond'a göre büyük bir "nüfus patlaması", hızlı kentleşme
ve yapılaşmaya yol açarak, tümüyle tahtaya dayanan bir ekonomi ve yaşam
nedeniyle ormanları yok etmeye başladı.
Ormansızlaşma 17. yüzyılın ortalarında kriz noktasına gelince, Tokugawa
şogunları orman ve toprağın kullanımını kendi çıkarlarına yeniden düzenledi,
kömür üretim ve kullanımını, balıkçılığı, daha hafif inşaat malzemesi ve
tekniklerini, Haikodo adasındaki Ainu'larla ticareti "teşvik
etti", vb. İşte, diye zafer kazanmış edasıyla haykırır Diamond, Japonya bu
önlem ve değişimler sayesinde, sonraki 200 yıl boyunca, görece durgun bir
nüfusa sahip olmayı ve sürdürülebilir kaynak kullanım oranlarını sağlamayı
başardı!
Tarihten önvarsayımlarına uygun cımbızlama anlatılar kurgulayan, işine
gelmeyen olguları sansürleyen türden bir "tarihçi" olan Diamond'ın
söylemediği ise şunlardır: Japonya'da Tokugawa dönemi, orman, doğal kaynak,
toprak düzenlemeleriyle giderek köylüleri zorla mülksüzleştiren, Haikodo
adasını istila edip Ainu'ları adeta soykırımdan geçirip tüm kaynaklarına
el koyan, köylü gençleri bekarlığa mahkum eden ve "fazla" çocukları
öldüren, yani "çevreden tasarruf" adı altında gerçekte emekten ve
emekçilerin yaşamlarından "tasarruf" yapan -hakikaten Malthusçu
nüfus/kaynak ilkesini uygulamanın pek başarılı
örnekleri!-, askeri
despotik kanlı bir ilkel birikim sürecinin ifadesiydi.
"Kıt doğal kaynaklara/sınırlara karşılık aşırı nüfus krizi",
Japonya'da 17. yüzyıldan itibaren derinleşen sosyo-ekonomik krizin nedeni
olmaktan çok bir görüngüsüydü. Asıl kriz feodal üretim tarzının kriziydi,
üretici güçlerin artık feodal üretim ilişkilerine sığmaz hale gelmesinin
kriziydi.
Nitekim, Diamond'ın Tokugawa Japonyası'nın "çevreci Malthusçu"luğuna
atfettiği "başarının" hiçbir şeyi çözmediği, 1867'de bu kez
Şogunların doğrandığı iç savaşla bir tür burjuva monarşist devrimin
gerçekleşmesi, 1890'lardan itibaren ise Kore ve Tayvan'dan başlayarak
emperyalist istila ve yayılmacılığın başlaması, bunun açık göstergeleridir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin (ki kent ile kır, toplum ile doğa
arasındaki zıtlaştırıcı işbölümü ve dolayısıyla "metabolik
yarılma" da buna dahildir) hem "toprağın bereketinin sürmesi
için gerekli koşulları tahrip etmesi" hem de "kentli işçi
sağlığını tahrip etmesi" bir bütündür, ve ancak birlikte çözülebilir.
Kapitalist üretim ve işbölümü ilişkileri ortadan kaldırılmadan, kent/kır,
toplum/doğa arasındaki artan ölçüde yıkıcılaşan zıtlık da ortadan
kaldırılamaz.
Kent ile kırın, toplum ile doğanın yeniden ve daha üst düzeyden birbiriyle
uyumlu kaynaşması ve ortak yaşarlığı sağlanamaz.
Burjuva/küçük burjuva gerici ya da ütopik-reformist çevrecilik
versiyonlarında tipik olan, kapitalist işbölümünün yarattığı kent/kır,
toplum/doğa gibi zıtlıkların iki yanı arasında dönenip durmaları veya
bunları umutsuzca uzlaştırmaya çalışmalarıdır.
Bir dönemki kıra karşı kent, doğaya karşı insan anlayışlarını tersine
çevirerek, ya da kapitalizmi prekapitalist ilişkilerle harmanlayıp
ütopik "antropolojik kapitalizm" fantazileriyle, kapitalist
üretim ilişkilerinin durmaksızın derinleştirerek yeniden ürettiği bu işbölümü
ve zıtlaşmayı çözmüş olmaz, yalnızca örtbas etmiş olursunuz.
Ekolojik tahribatın ortadan kaldırılması sermaye egemenliğinin, sermaye
egemenliğinin kaldırılması (kent/kır çelişkisi dahil) işbölümünün
kaldırılmasından bağımsız düşünülemez.
"İyi gelişmiş ve meta değişimi ile ortaya çıkmış her işbölümünün
temeli, kent-kır ayrımıdır."
Bu ayrım ve zıtlığı bir yandan had safhada derinleştirip
yıkıcılaştırırken, diğer yandan yeni ve daha üst bir kaynaşmanın
olanaklarını oluşturan ise günümüz kapitalizmidir.
Ne var ki bu kaynaşma, "kullanım değerine dayalı" antropolojik,
fizyokratik veya ekolojik kapitalizm hayalleriyle değil, kapitalist
değer, artı-değer vd ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla
gerçekleşebilir.
Marx ve Engels, kapitalizmin varoluş koşullarından biri olan "kır ve
kent arasındaki karşıtlığın" kaldırılmasını "komünal yaşamın ilk
koşullarından biri" olarak gördüler.
Ve son çalışmalarına kadar, üretici güçler/kapitalist üretim
ilişkileri ve emek/sermaye zıtlığının kaldırılması ile kent/kır zıtlığının
kaldırılması arasındaki içsel bağıntıyı vurguladılar:
"Havanın, suyun ve toprağın mevcut kirlenmesine yalnızca kent ve
kırın iç
içe geçmesiyle son verilebilir...
Tek bir kapsayıcı planlama."
Çünkü kent-kır, insan-doğa arasındaki kaba ayrım ve yıkıcı zıtlaşmanın
kaldırılması, ancak bunlar arasındaki meta, sermaye dolayımının kaldırılması
ile mümkün olur.
Komünizm, kapitalizmin korkunç doğal kaynak ve emek israfını ortadan
kaldırır.
Pek çok anti-ekolojik ürünü emek
tahsisi ve toprak/kaynak kullanımının planlı bir sistemi ile,
toplumsal-bireysel yaşam standartlarında hiç bir düşme olmadan, tam
tersine yükselterek, ortadan kaldırabilir.
Bunlar arasında fosil yakıtlar, HES'ler, nükleer santraller,
otomobil/otoyollar, yılda 1.5 trilyon doların harcandığı silahlanma,
reklam, gıda ve diğer ürünleri yersiz ambalajlama ve aşırı işleme, tek
kullanımlık ürünler, ürünlerin planlı yıpratılması, sömürücü sınıfın dev
çaplı bir emekgücü ve kaynağı israf eden sefahatçiliği, aracılar, bürokrasi,
hiçbir gerçek yararı ve insanı geliştiriciliği olmadığı gibi zararlı sayısız
ıvır zıvır, ilk elde akla gelenler.
Tüm bunlar kapitalizmin kitleleri de koşullayan meta üretim ve
egemenlik ilişkileri ve kar mantığı için ne kadar vazgeçilmezse,
"emek-gücünün ve üretimin toplumsal koşullarının en öfkelendirici
israf edilişi"dir.
Aşırı tüketim çılgınlığı ise, kapitalist aşırı birikim ve aşırı
üretim krizlerinin bir dayatmasından başka bir şey değildir.
En temel yaşamsal gereksinimlerinin bir kısmını bile karşılayamaz halde
olan kitlelerin, hemen hiçbir yararı ve geliştiriciliği olmayan estetize
edilmiş meta-çöplere sarılması gibi.
Neyin ne kadar nasıl kimler için kimler tarafından üretilip tüketileceğini
belirleyen üretim ilişkileridir.
Kitlelerin kendi gerçek toplumsal-bireysel istek, gereksinme ve
özlemlerini özgür, bilinçli ve örgütlü biçimde kendilerinin belirleyip
gerçekleştirdiği bir toplum, bunun başlıca engeli ve çarpıtıcısı olan
kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkilerinin ve meta fetişizminin
kaldırılmasını zorunlu kılar.
Ancak o zaman, gerçek ve tüm yönlü toplumsallaşma yoksunluğunun boşluğunu
ikame eden metalar çöplüğüne tapınma ortadan kaldırılır ve yerini dolaysız
toplumsallaşan insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinin zenginleştiriciliğine
bırakır.
Marx ve Engels'in komünizm tanımlarından biri, kapitalizmin had
safhada ayırdığı ve zıtlaştırdığı kent/kır, toplum/doğa birliğinin daha üst
düzeyden yeniden kurulmasıdır.
Marksist komünist bolluk toplumu amacını, "doğal sınırları ihmal
eden anti-ekolojik azami endüstriyelizm" diye eleştirdiğini sanan
küçük burjuva ekolojizmin anlamadığı, komünist bolluğun -başka türlüsünü
düşünemedikleri- "meta bolluğu" olmadığıdır.
Komünist bolluk toplumu, herkes için özgür zaman bolluğudur, insanların
şeylerle değil birbiriyle dolaysız ve çok yönlü ilişkilerin bolluğudur, tüm
yönlü yetilerin gelişmesi ve yaratıcılık bolluğudur.
Bu elbette ancak kapitalist değer ilişkilerinin kaldırılmasıyla mümkün
olabilecek çok daha yüksek bir toplumsal üretkenlikle sağlanabilir.
Bilinçli ve planlı üretkenlik artışı, yalnızca emekten değil enerji, doğal
kaynaklar ve kaba/dayanıksız malzemeden tasarruf ederek, basitçe daha çok
ürün yerine, (ileri malzemeler gibi) daha yetkin ve daha çok işlevli ürünlerin
üretilmesini sağlar.
Özel mülk edinişin, eşitsizlik ve rekabetin kalkması, toplumsal
olarak yaratılan kıtlığı ortadan kaldırır; doğal kısıt konu ve alanları
olduğunda ise, sınırlanan üretimin en çok ihtiyaç duyanlara göre
paylaşılmasıyla, doğa üzerindeki basıncı azaltır.
İhtiyaca göre paylaşım, ihtiyaç duymayanın eldekini ihtiyaç duyanla
paylaşması, aynı şekilde.
Kaldı ki temel gereksinmelerin güvenceye alınmasıyla, herkes için ve
herkes tarafından daha yüksek zihinsel, duygusal, eğitsel, bilimsel, sanatsal,
sportif gereksinmelerin yaratılması ve gerçekleştirilmesi, çok daha az
kaynak kullanımıyla sağlanır.
Kapitalist değer ilişkileriyle birlikte meta fetişizminin de
kalkmasıyla, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini şeyleştirip çarpıtan
sis perdesi de ortadan kalkar.
Özgürce ve dolaysızca biraraya gelen insanlar, birbirleriyle ve doğayla
ilişkilerini tam olarak anlaşılır ve saydam biçimde görebilir.
Gerçekte neye ne kadar ihtiyaç duyup duymayacaklarını bilerek ve bunun
toplum ve doğa üzerindeki etkilerini öngörüp düzenleyerek, üretimlerini
buna uygun bilinçli bir planlama çerçevesinde
yapabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder