9 Ekim 2022 Pazar

 GÖRSEL ANTROPOLOJİ - 1

 

Antropoloji, ilk yıllarından itibaren yoğun bir şekilde görsel kullanımıyla uğraşmıştır.

Sonraki yıllarda ise görsel sembollerin anlam üretiminin parçası haline geldiği bir dünyada çalışan antropoloji, bu ilişki üzerine düşünmekten yıllarca kaçınmıştır.

 Bunun gerisinde öncelikle, görselin gerçekliği aktarma aracı olarak görülmesinin problemli yanlarının 1970’li yıllardan itibaren sorgulanmaya başlaması yer almaktadır.

 Öte yandan1990’larda gelişen “şimdinin antropolojisi” anlayışı ile, son yarım yüzyılın medya ağırlıklı analizleriyle bağlantıya geçme ve bunların alana adaptasyonu sonucu, elektronik medyanın merkezi olduğu toplumlar da çalışılmaya başlanmıştır.

 Çalışmada bir disiplin olarak antropolojinin ilk yıllarından itibaren görsellerle olan bu ilişkisi incelenmiştir.

 Yazılı dile bir alternatif olma potansiyeli açısından görsel üretimini tercih eden, etnografik filmler çeken antropologların diyalojik bir antropoloji için görselin sunduğu imkânlara yaptıkları vurgunun yanı sıra, görselle nasıl ilişki kurulacağını teorize etmeye çalışan düşünürlerin fikirlerine de yer verilmiştir.

 Tüm bu tartışmalar, görsel antropoloji başlığında derlenmeye çalışılmıştır.

 Buna göre görsel antropoloji; antropolojinin görsel anlatım tercihini, dolaşımdaki görsellerin sembolik ve iletişimsel boyutlarını, insanların yaygın olarak tükettikleri görsel medyayla ilişki biçimlerini ve alımlama boyutunu bir alt dal çerçevesinde organize etmeye aday gibi görünmektedir.

 Böylelikle görsel antropoloji; antropoloji ve izleyicilerinin kesişim noktasında bulunup bu kısmı sorgulayan bir alt alan şeklini alabilir.

 Bu makale, konuyla ilgili olarak bugüne kadar uzanan görsel kayıt teorilerine, bunların temel sayılan örneklerine ve yeni yaklaşımlara göz atmak isteyen öğrencilere ve sosyal bilimcilere, giriş düzeyinde kaynak olabilecek bir çalışmayı oluşturmaktadır.

 Andre Leroi-Gourhan, 1948 yılında ilk etnografik film konferansını düzenlerken ünlü Fransız yönetmen Jean Rouch kendisine sorar: “Etnografik film diye bir şey var mı gerçekten?”

Gourhan ancak şu cevabı verebilir: “Bu projeyi hazırladığımıza göre, var”.

Gourhan’ın Rouch’a cevabı, “bir alt disiplin olarak görsel antropoloji var, çünkü American Anthropological Association’da bölümü var, üniversitelerde bu alanda yetişen öğrenciler mevcut, üç ayrı akademik dergide konuyla ilgili çalışmalar yayınlanıyor” şeklinde zenginleştirilebilir.

 Ancak bu çaba bile, yazılı bir geleneğe dayanan antropolojinin,  20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, hâlâ fotoğraf ve sinema gibi  görsel teknolojileri kullanmakta tereddüt ettiğini, görselle ne yapılabileceğinden emin olmadığını gösterir sadece.

 Hayatımızın her alanında görsellerle karşı karşıya olmamıza ve görmenin“ çağımızın en ayrıcalıklı duyusu” olarak tarif edilmesine rağmen hâlâ resimlerin ve görmenin ne olduğunu, dille ilişkisini, gözlemciyi dünyada nasıl konumlandırdıklarını, tarihlerinin nasıl anlaşılacağını,  bunlarla ya da bunlar hakkında ne yapılacağını tam olarak bilmediğimizi ya da daha çok yazılı kültüre dayalı olarak aldığımız eğitimin bunun için yeterli olmadığını seslendiren görüşler artmaktadır.

Oysa geçen zaman içerisinde özellikle yukarıdaki soruyu soran yönetmen Rouch’un katkılarıyla görsel antropolojinin, antropologlarla takipçilerinin buluştuğu yerdeki bir alan olarak görseli keşif çabaları, ciddi bir tarihsel birikimle birlikte görünür olur.

 

Görsel antropolojinin yapabilecekleri sadece antropoloji alanının genişletilmesi ile sınırlı değildir.

 Bilgi edinme konusunda üretken olma açısından da görselin kullanımı önemlidir.

“Bir kadavra canlansaydı eğer, kas hareketlerini, organların çalışmasını çok farklı bir şekilde görebilirdik” diyen John Collier, etnografya müzelerindeki kalıntıların canlanmasının da başka bir kavramlaştırma biçimiyle gerçekçi şekilde kültürel zamanı gösterebileceğini söyler.

 Metaforlar ya da görsel sembollerle, yazılı olarak anlatmanın zor olduğu konularda görsel kaydın alternatif bir bilgi edinme aracına dönüştürülme çabası -ve bunun mümkün olduğuna dair saf bir inanç- görsel antropoloji tarihine damgasını vurmuştur.

David MacDougall, görsel antropolojinin, antropolojik bilgi birikimine, kültürü tanımlayıp yapılandırmada yazı temelinden görsel temeline kayan yeni patikalar sunduğunu söyler.

 Ona göre bu çalışma biçimini yazılı dil geleneğiyle anlatmak, yazıya çevirmek zordur.

 Heider de etnografik filmin; görme ve anlamayı, bilim ve estetiği bir araya getiren bir deneyim olduğunu belirtir.

 Dolayısıyla görsel antropoloji denilince akla gelen ilk uğraşın, yazıya alternatif bir görsel dilin örgütlenmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Ruby, görsel antropolojinin bu ayağının film ve videonun antropolojik bilgi aktarımındaki potansiyelini keşfetmenin yeni dijital teknoloji ile çok daha olanaklı hale geldiğini belirtir.

  Antropolojinin görselle ilişkisine tarihsel bir bakış attığınızda, görselle ve medyayla geliştirdiği başka ilişki biçimlerini, kendine oluşturduğu yeni çalışma konularını, bu konularda geliştirdiği problemlerin antropoloji disiplinine katkılarını görmek mümkün hale gelmektedir.

Antropolojinin görselle temasları; etnografik, ticari ve deneysel filmler görsel antropoloji, bir alan olarak kendine yer bulma konusunda sıkıntılar yaşamış olsa da aslında görselin antropolojide kullanımının geçmişi, neredeyse disiplinle yaşıttır.

Banks ve Ruby, antropolojinin ilk yıllarındaki görsel kullanımının antropolojinin sadece bir parçası olduğunu, birincil ve ikincil amaçları da bütüncül bir görsel üretimi olan çalışmaların ortaya çıkmasıyla birlikte yakın geçmişte bir alan olarak görsel antropolojiden söz edilebileceğini söylemektedir.

 Ancak görsel üretimine ilişkin en önemli tartışmalara yön veren problemler antropolojinin ve sömürgecilik faaliyetlerinin ilk yıllardan bu yana görselle ilişkisine göz atmadan anlaşılamayacaktır.

 Antropoloji masa başı bilimi olmaktan çıkıp alana gittiğinde, antropolojinin takipçileri için görünmez olan farklı kültürler, o toplumdan kişiler aracılığıyla müzelerde, popüler caddelerde, derslerde sergilenmeye başlar.

  Hatta her kültürün kendi bağlamı içinde anlaşılır olabileceğini belirterek “kültürel görecilik” ilkesini şekillendiren Franz Boas dahi, 1893’te Chicago’da Antropoloji Salonu’nda 14 Kwakiutl yerlisinin sergilenmesini sağlar ya da Kroeber’in haberci yerlisi, hayatının son yıllarını bir müzede geçirir.

 Fotoğraf ise, bu aşağılama biçiminin “daha kolay” bir alternatifi olarak ortaya çıkarak gerçeklerinin yerini almaya başlar.

 Spencer, 1902’de Aranda filmlerini Melbourne Town Hall’de sergiletir.

 Ancak bu fotoğraflar daha çok çıplak kadın-adam fotoğraflarıdır.

Bunların, dahil olduğu fiziksel çevre, toplumsal gruplardan soyutlanarak sergilenmesi, tek başına kültür hakkında bilgi verecek bir kaynağı oluşturmaz.

 Daha sonra bu fotoğraflar, çeşitli dekorasyonlarla “estetize” edilerek sunulmaya başlanır.

Sosyal Darwinist fikirlerin hakim olduğu bu dönemde bu görseller, hayvanlarla modern insan arasına yerleştirilip; çıplaklık, hayvan derisinin kullanımı gibi sembollerle “ilkel”in temsili haline getirilirler.

 20. yüzyılın ilk yıllarında bu resimler, posta kartlarında da sıklıkla kullanılmaya başlanır.

Kolonyal gelenekte antropolojinin insan toplumlarını sınıflandırmak için görsellere yönelmesinin gerisinde; zooloji, botanik, jeoloji gibi doğa bilimlerinin dünyayı görsel araçlarla tanımlamasının karşılığında kültürlerin çizilip fotoğraflanabilir olduğunu göstermek de yatmaktadır.

1930’lara kadar yoğun görsel kullanımı bu şekilde sürer.

  Malinowski, ilk kez 1922’de yayınlanan kitabı Argonauts of the Western Pacific’te, açıklayıcı ve güvenilir materyaller olan fotoğraf kullanımının öneminden söz ederek, yerlilerin gerçek ruhunu yansıtmada bu kayıtların anlaşılırlığını ve okuyucuyu ikna kabiliyetini över .

 Öte taraftan hareketli resim teknolojisi “sinema”, 19. yüzyılın sonunda kendi İzler kitlesini yaratmaya başlamıştır.

 Lumier Kardeşler’in sinematografı, dünyanın çeşitli yerlerine gönderdikleri kameramanlar aracılığıyla, belgesel ya da aktualite film türünün ilk örneklerini de beyazperdeye taşır.

Antropolojiye ilgi duyan kişiler de, neredeyse bir yıl kadar kısa sürede bu icadı kullanmaya başlar.

1896 yılında antropolojiyle ilgilenen fizikçi ve anatomici Felix-Louis Regnault, Senegal’de Wolof kadınının çömlek yapımını, erken Mısır, Yunanistan  ve Hindistan tarzıyla karşılaştırarak anlattığı filmi ile Antropolojinin Görseli ilk “etnografik film” çeken kişi konumundadır.

Daha sonra arşiv oluşturma çabalarıyla da adından söz ettiren Regnault’un film yapımındaki teorik odağı, (antropolojik yazınında bir dönem gündeminde olduğu gibi), kaybolmadan ‘fizyolojik’ olarak toplulukları kaydetmektir.

 Etnografın “bilen özne” konumunun henüz sekteye uğramadığı bu yıllarda antropolojinin “kaybolan halklar”ı kayıt altına alma çabasını desteklemek üzere de görsel kullanımı yaygındır.

Ancak kısa sürede Avrupa’nın kaybolan gelenekleri için de yürütülen çabalar etnografik film yapımını, Ruby’nin yorumuyla “antropoloji eğitiminin ihtiyaçları değil, milliyetçi bir gururla ilgili bir mesele” haline getirecektir.

Melies tarafından 1897 yılında sinemaya kazandırılan “kurmaca film” türü ise kısa sürede “belgesel romans” tarzı hibrit türlerin sinemada hâkim anlatı olmasını sağlar.

George Melies’in kardeşi Gaston Melies, 1912”de uzak diyarların filmlerine duyulan ilgiyi fark edip Tahiti ve Yeni Zellanda’ya gider ve döndüğünde kelle avcılarından kurtulup prensesle evlenen İngiliz araştırmacının maceralarına benzer beş tane film yaparlar.

1914 yılında antropolojiyle ilgisi olmayan Edward Curtis’in Amerikalı yerliler arasında çektiği ve sevdiği kız için kahramanca savaşan bir genci anlattığı Land of the Head Hunters filmi, ticari sinemanın bundan sonra yerliler hakkındaki genel kodları oluşturacağı süreci başlatan ilk kurmaca filmdir .

 Kâr olasılığını fark eden ticari film yapımcıları, kimi zaman alana bile gitmeden stüdyo ortamında, kimi zaman antropolog destekli Medeniyetin Sınırı, Maymun Adam, King Kong, Tarzan gibi keşif-kurmaca-egzotik filmler ile etnografik filmleri geride bırakırlar.

Bugün bile izleyicileri mest eden “egzotik öteki” imajı,1930’larda ticari sinemada yerleşmeye başlamıştır.

Jay Ruby, bu deneyimi şöyle anlatır: Kırk yıl boyunca sinema izleyicisi Afro-Amerikanları Tarzan’la, Meksikalı yerli Amerikalıları, Kızılderilileri kovboy filmleriyle öğrendi.

  Filmlerde oynatacak yerli bulamazlarsa Bulgarları kullanıyorlardı.

Hollywood izleyicisine öğretilen egzotik yerli, teni biraz koyu olan herkes olabilirdi.

 İzleyicide oluşturulan beklentiler doğrultusunda antropolojik film yapımcıları, Hollywood’un popüler egzotik ötekisini göstermek için her filmde yamyamlar, kafa avcıları, diğer vahşilik klişeleri ile anlatmak zorunda hissettiler yerli deneyimlerini.

 Antropolojinin ahlaki, politik ve entelektüel bir görev olarak Batılının öteki” hakkındaki temsilleriyle mücadele etme gibi bir misyonu olduğunu hatırlatan Ruby ilebenzer bir görüşü paylaşan Collier de, John Marshall’ın Bushmen of the Kalahari Desert  filminde olduğu gibi insanların medeniyete dair görüşlerini sorgulatabilecek kadar iyi filmlerle, bilimin dahi yetmediği yerde görsel materyallerin devreye girebileceğini belirtir.

 Sesini duyurmada gündelik anlam üretimine yoğun bir şekilde katılan sinema filmlerini de Belgesel film türü ile etnografik film arasında sınır çizmek zor olmakla birlikte bu çalışmanın kapsamını aşan tartışmalar hala devam etmektedir.

 Farklı kültürleri anlatan ilk belgesel filmler, üretimde antropolog olmamasına rağmen ilk etnografik filmler olarak da kabul edilir.

Belgesel sinemanın “gerçeğe sadakat” ile “gerçeğin yaratıcı biçimde yorumlanması” gibi tanımlamalarla çizilen çerçevesi, antropoloji tarafından sorgulanır.

Tarih ve antropoloji arasındaki sınırı belirtirken Clifford’un yaptığı referanslar, bu ayrımı belirgin hale getirir: “Tarihin geçmişin metinlerine –belgesel, arşiv- gömülü olduğu düşünülür.

 Etnografi ise bugünün kanıtlarına –sözlü, deneyimsel, gözleme dayalı dayanır.

 Öte yandan görsel antropoloji için, etnografik araştırmanın yeni araç ve metotlarını arayan bir alan olarak “iletişim ürününün bir türüne işaret eder, yoksa etnografik film olur” diyen Olivier de Sardan ise, belgesel sinemayla etnografik film arasında kullandığı sinema dili ve amaçları açısından ayrım yapılamayacağını, antropolojik hassasiyetlerin öne çıktığı etnografik filmlerin de belgesel türleri olarak ele alınması gerektiğini söyler.

 Etnografik film tarihi, bu etkinliği sağlamak üzere kameranın konumundan hareketine, kullanılan mercekten yerlinin müdahilliğine uzanan tartışmalar ve çarpıcı örneklerle doludur.

 Egzotik öteki’nin film diline yerleştirildiği 1930’lu yıllar, antropolojide ise film kullanımı konusunda tipografiler oluşturulmaya çalışılarak, eğitim ve araştırma amacına öncelik verilmesi gereğinin vurgulandığı dönemdir.

Regnault’un önerisini dinleyen Margaret Mead ve Gregory Bateson’un 1936-38 yıllarında yaptıkları çalışmayla birlikte üniversitelerde, müzelerde antropoloji eğitimine filmler girmeye başlamıştır .

 Üniversite arşiv merkezleri ya da devlet destekli, antropolog katılımlı ya da profesyonellerce eğitim amaçlı film yapma geleneği, bugün de bazı kanallar ya da yayın kuruluşları aracılığıyla sürdürülmektedir.

Daha çok belgesel formatıyla üretilen ve dünya çapında yaygınlık kazanan bu ürünlerin kültürleri ele alış biçimini antropolojik bir eleştiri süzgecinden geçiren çalışmalar da görsel antropoloji kapsamına girmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte farklı ülkelerde antropolojik çalışma yapma imkânlarının sınırlanması; etnografik film yapımında durgun bir sürece işaret etmekle birlikte, dönemin popüler konusu olan “ulusal kültür”leri çalışmak için görsel antropoloji alanında yeni bir kapının zorlanmasına neden olur.

 Bateson ve Kraucer Alman sinema filmlerini, Benedict ve Meadow Japon sinema filmlerini inceleyerek bu ülkelerin kültürel ve psikolojik özellikleri, diğer uluslarla ilişkileri, aile yapıları hakkında çıkarsamalar yapmaya başlarlar .

 Dönemin “ulusal kültür” çalışmalarına gebe olduğu da unutulmamalıdır.

Günümüzde bu tarz çalışmaların yapılması ve bir alt alan olarak  görsel antropolojiye eklemlenmesi gerektiğini belirten John Weakland ,“Feature Films as Cultural Documents” adlı çalışmasında bunun için ‘içerik çözümlemesi’ tekniğini de biçimlendirir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI     Bugün birçok ülkede bilimsel çalışmalar disiplinlerarası bilimsel araştırmalar şeklinde yürütülme...