GÖRSEL ANTROPOLOJİ - 1
Antropoloji, ilk yıllarından itibaren yoğun bir şekilde görsel
kullanımıyla uğraşmıştır.
Sonraki yıllarda ise görsel sembollerin anlam üretiminin parçası haline
geldiği bir dünyada çalışan antropoloji, bu ilişki üzerine düşünmekten yıllarca
kaçınmıştır.
Bunun gerisinde öncelikle, görselin gerçekliği aktarma aracı olarak
görülmesinin problemli yanlarının 1970’li yıllardan itibaren sorgulanmaya
başlaması yer almaktadır.
Öte yandan1990’larda gelişen “şimdinin antropolojisi” anlayışı ile,
son yarım yüzyılın medya ağırlıklı analizleriyle bağlantıya geçme ve
bunların alana adaptasyonu sonucu, elektronik medyanın merkezi olduğu
toplumlar da çalışılmaya başlanmıştır.
Çalışmada bir disiplin olarak antropolojinin ilk yıllarından
itibaren görsellerle olan bu ilişkisi incelenmiştir.
Yazılı dile bir alternatif olma potansiyeli açısından görsel
üretimini tercih eden, etnografik filmler çeken antropologların diyalojik bir
antropoloji için görselin sunduğu imkânlara yaptıkları vurgunun yanı sıra,
görselle nasıl ilişki kurulacağını teorize etmeye çalışan düşünürlerin
fikirlerine de yer verilmiştir.
Tüm bu tartışmalar, görsel antropoloji başlığında derlenmeye
çalışılmıştır.
Buna göre görsel antropoloji; antropolojinin görsel anlatım
tercihini, dolaşımdaki görsellerin sembolik ve iletişimsel boyutlarını,
insanların yaygın olarak tükettikleri görsel medyayla ilişki biçimlerini ve
alımlama boyutunu bir alt dal çerçevesinde organize etmeye aday gibi
görünmektedir.
Böylelikle görsel antropoloji; antropoloji ve izleyicilerinin kesişim
noktasında bulunup bu kısmı sorgulayan bir alt alan şeklini alabilir.
Bu makale, konuyla ilgili olarak bugüne kadar uzanan görsel kayıt
teorilerine, bunların temel sayılan örneklerine ve yeni yaklaşımlara göz atmak
isteyen öğrencilere ve sosyal bilimcilere, giriş düzeyinde kaynak olabilecek
bir çalışmayı oluşturmaktadır.
Andre Leroi-Gourhan, 1948 yılında ilk etnografik film konferansını
düzenlerken ünlü Fransız yönetmen Jean Rouch kendisine sorar: “Etnografik
film diye bir şey var mı gerçekten?”
Gourhan ancak şu cevabı verebilir: “Bu projeyi hazırladığımıza göre, var”.
Gourhan’ın Rouch’a cevabı, “bir alt disiplin olarak görsel antropoloji var,
çünkü American Anthropological Association’da bölümü var, üniversitelerde bu
alanda yetişen öğrenciler mevcut, üç ayrı akademik dergide konuyla ilgili
çalışmalar yayınlanıyor” şeklinde zenginleştirilebilir.
Ancak bu çaba bile, yazılı bir geleneğe dayanan
antropolojinin, 20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, hâlâ
fotoğraf ve sinema gibi görsel teknolojileri kullanmakta tereddüt
ettiğini, görselle ne yapılabileceğinden emin olmadığını gösterir sadece.
Hayatımızın her alanında görsellerle karşı karşıya olmamıza ve
görmenin“ çağımızın en ayrıcalıklı duyusu” olarak tarif edilmesine rağmen hâlâ
resimlerin ve görmenin ne olduğunu, dille ilişkisini, gözlemciyi dünyada nasıl
konumlandırdıklarını, tarihlerinin nasıl anlaşılacağını, bunlarla ya
da bunlar hakkında ne yapılacağını tam olarak bilmediğimizi ya da daha çok
yazılı kültüre dayalı olarak aldığımız eğitimin bunun için yeterli
olmadığını seslendiren görüşler artmaktadır.
Oysa geçen zaman içerisinde özellikle yukarıdaki soruyu soran yönetmen
Rouch’un katkılarıyla görsel antropolojinin, antropologlarla
takipçilerinin buluştuğu yerdeki bir alan olarak görseli keşif çabaları,
ciddi bir tarihsel birikimle birlikte görünür olur.
Görsel antropolojinin yapabilecekleri sadece antropoloji alanının
genişletilmesi ile sınırlı değildir.
Bilgi edinme konusunda üretken olma açısından da görselin kullanımı
önemlidir.
“Bir kadavra canlansaydı eğer, kas hareketlerini, organların
çalışmasını çok farklı bir şekilde görebilirdik” diyen John Collier,
etnografya müzelerindeki kalıntıların canlanmasının da başka bir kavramlaştırma
biçimiyle gerçekçi şekilde kültürel zamanı gösterebileceğini söyler.
Metaforlar ya da görsel sembollerle, yazılı olarak anlatmanın zor
olduğu konularda görsel kaydın alternatif bir bilgi edinme aracına dönüştürülme
çabası -ve bunun mümkün olduğuna dair saf bir inanç- görsel antropoloji
tarihine damgasını vurmuştur.
David MacDougall, görsel antropolojinin, antropolojik bilgi
birikimine, kültürü tanımlayıp yapılandırmada yazı temelinden görsel
temeline kayan yeni patikalar sunduğunu söyler.
Ona göre bu çalışma biçimini yazılı dil geleneğiyle anlatmak, yazıya
çevirmek zordur.
Heider de etnografik filmin; görme ve anlamayı, bilim ve estetiği bir
araya getiren bir deneyim olduğunu belirtir.
Dolayısıyla görsel antropoloji denilince akla gelen ilk
uğraşın, yazıya alternatif bir görsel dilin örgütlenmesi olduğunu
söyleyebiliriz.
Ruby, görsel antropolojinin bu ayağının film ve videonun antropolojik bilgi
aktarımındaki potansiyelini keşfetmenin yeni dijital teknoloji ile çok daha
olanaklı hale geldiğini belirtir.
Antropolojinin görselle ilişkisine tarihsel bir bakış
attığınızda, görselle ve medyayla geliştirdiği başka ilişki biçimlerini,
kendine oluşturduğu yeni çalışma konularını, bu konularda geliştirdiği
problemlerin antropoloji disiplinine katkılarını görmek mümkün hale
gelmektedir.
Antropolojinin görselle temasları; etnografik, ticari ve deneysel filmler
görsel antropoloji, bir alan olarak kendine yer bulma konusunda sıkıntılar
yaşamış olsa da aslında görselin antropolojide kullanımının geçmişi, neredeyse
disiplinle yaşıttır.
Banks ve Ruby, antropolojinin ilk yıllarındaki görsel kullanımının
antropolojinin sadece bir parçası olduğunu, birincil ve ikincil amaçları da
bütüncül bir görsel üretimi olan çalışmaların ortaya çıkmasıyla birlikte yakın
geçmişte bir alan olarak görsel antropolojiden söz edilebileceğini
söylemektedir.
Ancak görsel üretimine ilişkin en önemli tartışmalara yön veren
problemler antropolojinin ve sömürgecilik faaliyetlerinin ilk yıllardan bu yana
görselle ilişkisine göz atmadan anlaşılamayacaktır.
Antropoloji masa başı bilimi olmaktan çıkıp alana gittiğinde,
antropolojinin takipçileri için görünmez olan farklı kültürler, o toplumdan
kişiler aracılığıyla müzelerde, popüler caddelerde, derslerde sergilenmeye
başlar.
Hatta her kültürün kendi bağlamı içinde anlaşılır olabileceğini
belirterek “kültürel görecilik” ilkesini şekillendiren Franz Boas dahi, 1893’te
Chicago’da Antropoloji Salonu’nda 14 Kwakiutl yerlisinin sergilenmesini sağlar
ya da Kroeber’in haberci yerlisi, hayatının son yıllarını bir müzede geçirir.
Fotoğraf ise, bu aşağılama biçiminin “daha kolay” bir alternatifi
olarak ortaya çıkarak gerçeklerinin yerini almaya başlar.
Spencer, 1902’de Aranda filmlerini Melbourne Town Hall’de sergiletir.
Ancak bu fotoğraflar daha çok çıplak kadın-adam fotoğraflarıdır.
Bunların, dahil olduğu fiziksel çevre, toplumsal gruplardan soyutlanarak
sergilenmesi, tek başına kültür hakkında bilgi verecek bir kaynağı oluşturmaz.
Daha sonra bu fotoğraflar, çeşitli dekorasyonlarla “estetize”
edilerek sunulmaya başlanır.
Sosyal Darwinist fikirlerin hakim olduğu bu dönemde bu
görseller, hayvanlarla modern insan arasına yerleştirilip;
çıplaklık, hayvan derisinin kullanımı gibi sembollerle “ilkel”in temsili
haline getirilirler.
20. yüzyılın ilk yıllarında bu resimler, posta kartlarında
da sıklıkla kullanılmaya başlanır.
Kolonyal gelenekte antropolojinin insan toplumlarını sınıflandırmak için
görsellere yönelmesinin gerisinde; zooloji, botanik, jeoloji gibi doğa
bilimlerinin dünyayı görsel araçlarla tanımlamasının karşılığında kültürlerin
çizilip fotoğraflanabilir olduğunu göstermek de yatmaktadır.
1930’lara kadar yoğun görsel kullanımı bu şekilde sürer.
Malinowski, ilk kez 1922’de yayınlanan kitabı Argonauts of
the Western Pacific’te, açıklayıcı ve güvenilir materyaller olan fotoğraf
kullanımının öneminden söz ederek, yerlilerin gerçek ruhunu yansıtmada bu
kayıtların anlaşılırlığını ve okuyucuyu ikna kabiliyetini över .
Öte taraftan hareketli resim teknolojisi “sinema”, 19. yüzyılın
sonunda kendi İzler kitlesini yaratmaya başlamıştır.
Lumier Kardeşler’in sinematografı, dünyanın çeşitli yerlerine
gönderdikleri kameramanlar aracılığıyla, belgesel ya da aktualite film
türünün ilk örneklerini de beyazperdeye taşır.
Antropolojiye ilgi duyan kişiler de, neredeyse bir yıl kadar kısa
sürede bu icadı kullanmaya başlar.
1896 yılında antropolojiyle ilgilenen fizikçi ve anatomici Felix-Louis
Regnault, Senegal’de Wolof kadınının çömlek yapımını, erken Mısır,
Yunanistan ve Hindistan tarzıyla karşılaştırarak anlattığı filmi ile
Antropolojinin Görseli ilk “etnografik film” çeken kişi konumundadır.
Daha sonra arşiv oluşturma çabalarıyla da adından söz ettiren Regnault’un
film yapımındaki teorik odağı, (antropolojik yazınında bir dönem gündeminde
olduğu gibi), kaybolmadan ‘fizyolojik’ olarak toplulukları kaydetmektir.
Etnografın “bilen özne” konumunun henüz sekteye uğramadığı bu
yıllarda antropolojinin “kaybolan halklar”ı kayıt altına alma çabasını
desteklemek üzere de görsel kullanımı yaygındır.
Ancak kısa sürede Avrupa’nın kaybolan gelenekleri için de yürütülen çabalar
etnografik film yapımını, Ruby’nin yorumuyla “antropoloji eğitiminin
ihtiyaçları değil, milliyetçi bir gururla ilgili bir mesele” haline
getirecektir.
Melies tarafından 1897 yılında sinemaya kazandırılan “kurmaca
film” türü ise kısa sürede “belgesel romans” tarzı hibrit türlerin sinemada hâkim
anlatı olmasını sağlar.
George Melies’in kardeşi Gaston Melies, 1912”de uzak diyarların filmlerine
duyulan ilgiyi fark edip Tahiti ve Yeni Zellanda’ya gider ve döndüğünde kelle
avcılarından kurtulup prensesle evlenen İngiliz araştırmacının maceralarına
benzer beş tane film yaparlar.
1914 yılında antropolojiyle ilgisi olmayan Edward Curtis’in Amerikalı
yerliler arasında çektiği ve sevdiği kız için kahramanca savaşan bir genci
anlattığı Land of the Head Hunters filmi, ticari sinemanın bundan
sonra yerliler hakkındaki genel kodları oluşturacağı süreci başlatan ilk
kurmaca filmdir .
Kâr olasılığını fark eden ticari film yapımcıları, kimi zaman alana
bile gitmeden stüdyo ortamında, kimi zaman antropolog destekli Medeniyetin
Sınırı, Maymun Adam, King Kong, Tarzan gibi keşif-kurmaca-egzotik filmler
ile etnografik filmleri geride bırakırlar.
Bugün bile izleyicileri mest eden “egzotik öteki” imajı,1930’larda ticari
sinemada yerleşmeye başlamıştır.
Jay Ruby, bu deneyimi şöyle anlatır: Kırk yıl boyunca sinema izleyicisi Afro-Amerikanları
Tarzan’la, Meksikalı yerli Amerikalıları, Kızılderilileri kovboy
filmleriyle öğrendi.
Filmlerde oynatacak yerli bulamazlarsa Bulgarları
kullanıyorlardı.
Hollywood izleyicisine öğretilen egzotik yerli, teni biraz koyu olan herkes
olabilirdi.
İzleyicide oluşturulan beklentiler doğrultusunda antropolojik film
yapımcıları, Hollywood’un popüler egzotik ötekisini göstermek için her
filmde yamyamlar, kafa avcıları, diğer vahşilik klişeleri
ile anlatmak zorunda hissettiler yerli deneyimlerini.
Antropolojinin ahlaki, politik ve entelektüel bir görev olarak
Batılının öteki” hakkındaki temsilleriyle mücadele etme gibi bir misyonu
olduğunu hatırlatan Ruby ilebenzer bir görüşü paylaşan Collier de, John
Marshall’ın Bushmen of the Kalahari Desert filminde olduğu gibi
insanların medeniyete dair görüşlerini sorgulatabilecek kadar iyi filmlerle,
bilimin dahi yetmediği yerde görsel materyallerin devreye girebileceğini
belirtir.
Sesini duyurmada gündelik anlam üretimine yoğun bir şekilde katılan
sinema filmlerini de Belgesel film türü ile etnografik film arasında sınır
çizmek zor olmakla birlikte bu çalışmanın kapsamını aşan
tartışmalar hala devam etmektedir.
Farklı kültürleri anlatan ilk belgesel filmler, üretimde antropolog
olmamasına rağmen ilk etnografik filmler olarak da kabul edilir.
Belgesel sinemanın “gerçeğe sadakat” ile “gerçeğin yaratıcı biçimde
yorumlanması” gibi tanımlamalarla çizilen çerçevesi, antropoloji
tarafından sorgulanır.
Tarih ve antropoloji arasındaki sınırı belirtirken Clifford’un yaptığı
referanslar, bu ayrımı belirgin hale getirir: “Tarihin geçmişin
metinlerine –belgesel, arşiv- gömülü olduğu düşünülür.
Etnografi ise bugünün kanıtlarına –sözlü, deneyimsel, gözleme dayalı
dayanır.
Öte yandan görsel antropoloji için, etnografik araştırmanın yeni araç
ve metotlarını arayan bir alan olarak “iletişim ürününün bir türüne işaret
eder, yoksa etnografik film olur” diyen Olivier de Sardan ise, belgesel
sinemayla etnografik film arasında kullandığı sinema dili ve amaçları açısından
ayrım yapılamayacağını, antropolojik hassasiyetlerin öne çıktığı etnografik
filmlerin de belgesel türleri olarak ele alınması gerektiğini söyler.
Etnografik film tarihi, bu etkinliği sağlamak üzere
kameranın konumundan hareketine, kullanılan mercekten yerlinin müdahilliğine
uzanan tartışmalar ve çarpıcı örneklerle doludur.
Egzotik öteki’nin film diline yerleştirildiği 1930’lu yıllar,
antropolojide ise film kullanımı konusunda tipografiler oluşturulmaya
çalışılarak, eğitim ve araştırma amacına öncelik verilmesi gereğinin
vurgulandığı dönemdir.
Regnault’un önerisini dinleyen Margaret Mead ve Gregory
Bateson’un 1936-38 yıllarında yaptıkları çalışmayla birlikte
üniversitelerde, müzelerde antropoloji eğitimine filmler girmeye başlamıştır .
Üniversite arşiv merkezleri ya da devlet destekli, antropolog
katılımlı ya da profesyonellerce eğitim amaçlı film yapma
geleneği, bugün de bazı kanallar ya da yayın kuruluşları aracılığıyla
sürdürülmektedir.
Daha çok belgesel formatıyla üretilen ve dünya çapında yaygınlık kazanan bu
ürünlerin kültürleri ele alış biçimini antropolojik bir eleştiri süzgecinden
geçiren çalışmalar da görsel antropoloji kapsamına girmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte farklı ülkelerde antropolojik çalışma
yapma imkânlarının sınırlanması; etnografik film yapımında durgun bir sürece
işaret etmekle birlikte, dönemin popüler konusu olan “ulusal kültür”leri
çalışmak için görsel antropoloji alanında yeni bir kapının zorlanmasına neden
olur.
Bateson ve Kraucer Alman sinema filmlerini, Benedict ve
Meadow Japon sinema filmlerini inceleyerek bu ülkelerin kültürel ve
psikolojik özellikleri, diğer uluslarla ilişkileri, aile yapıları hakkında
çıkarsamalar yapmaya başlarlar .
Dönemin “ulusal kültür” çalışmalarına gebe olduğu da unutulmamalıdır.
Günümüzde bu tarz çalışmaların yapılması ve bir alt alan
olarak görsel antropolojiye eklemlenmesi gerektiğini belirten John
Weakland ,“Feature Films as Cultural Documents” adlı çalışmasında bunun için
‘içerik çözümlemesi’ tekniğini de biçimlendirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder